10 Haziran 2015 Çarşamba

Pseudo-Linguistics

Yazan: Mehmet Levent KAYA

"Dil onu kullanan (konuşan) insanlarla birlikte yaşayan, esnek bir varlıktır." Bu özelliği ile canlıdır. Dil ile ilgili her çeşit çalışmada bu ilkeyi akılda bulundurmak gerekir. Dilin her ne kadar mekanik bir alanı varsa da, bu alan daha sonra konu üzerinde çalışan bilginlerce formülleştirilmiştir ve örneğin bir çocuk ana dilini öğrenirken bu mekanizmalarla hiç ilgilenmez.
Burada dil denen kavramı önemli kılan, bu kavramın herhangi insan toplumunun kişilik özelliği demek olan kültürünü dışa vuran ve yine bu özelliği ile taşıyan bir aygıt olmasıdır. İşte bu açıdan bakınca, dil insan topluluklarının etnik kimliklerini belirlemede önemli bir rol oynar. Ama sömürge imparatorlukları döneminden sonra çevremizde de örneğini çokça gördüğümüz üzere ikinci dilin ana dil yerini aldığı durumlar, söz konusu toplumların kültürel dönüşümlerinin başlangıcını gösterir.
İnsanların az bir kısmı işaret dili ile anlaşmak durumunda kalmakla birlikte, çoğunluk akvram imlerinin sese yüklenmesiyle oluşturulan sözel bir (ya da birden fazla) dil konuşur. Bu söylenen sözlerin ya da aktarılan bilginin saklanıp sonraya taşınması için ise uzun zaman önce, bugün "yazı" dediğimiz bir araç oluşturulmuştur.
Günümüzde kullanılan dillerin, ya da günümüze etkisi ulaşmış dillerin daha iyi anlaşılmasında geçmişlerinin anlaşılmasının önemli yarar ve katkıları olur. Geçmişte yazılı kültürleri olan dilleri çalışmak bu açıdan daha kolay ve şanslıdır.
Dünya'da günümüze kadar birkaç çeşit yazı dili kullanılmıştır. Eski Mısır'dan bildiğimiz "hieroglif" denen bir resim yazısıdır. Her bir kavramı gösteren resim biçimi zaman içinde idealleşerek bir yapıya girer. Böylece her im, karşılık geldiği resmin anlamını taşır. Dolayısıyla bu mantıklar bazı ek ve büklümleri göstermede yetersiz olsa da bu yazı hemen her dili yazmaya yarayabilir.
Mezopotamya'dan bildiğimiz ve "çivi yazısı" dediğimiz sistem ise bu hieroglifin bir sonraki aşaması olarak, idealleşmiş biçimlerin belirli çizim karakterlerine dönüşmesiyle oluşuyor. Böylece artık örneğin bir insandan söz edeceksek insan resmi değil, o resmin bu çiziklerle sadeleşmiş formunu çizerek yazmış oluruz.
Bu mantığın bir benzeri Çin coğrafyasına gördüğümüz ve ideogram denen yazı biçimidir. Düşün-yazısı anlamına gelen bu sistemde, her kavrama kendine benzeyen bir biçim verilmiştir ve dolayısıyla bu yazı da belirli sınırlar içinde kalsa bile her dili yazmaya imkan verir.
Mısır hierogliflerinin bir sonraki adımı, sadeleştirme yoluyla belirli biçimler elde etmek ve bunlara ses değerleri yüklemektir. Bildiğimiz Finike ve ondan türetilen Yunan, İbrani, Arami, Arap, Latin, Kiril yazıları bu mantıkla işler. Yani, bildirildiğine göre "öküz başı" betimi sadeleştirilerek üç çizgiye indirilmiş ve buradan buna öküz anlamına gelen "alef" adı verilerek, günümüzde kullandığımız "A" harfinin yolu açılmıştır. Dolayısıyla da bu yazı sistemleri ile kavramlar değil, her dilin kendine göre ses değerleri yazıya geçirilmiş oluyor. Bunlar içinde "harf" "ebced" "abugida(yarı ebced)" "hece" denen mantıklarla çalışan yazı sistemleri var, ama hepsi de gösterilen imlerin ses karşılığıyla ilgili.
İşte geçmiş dillerin çalışılmasında karşılaştığımız sorunlar bu yukarıda belirlediğim yazı sistemlerinin anlaşılması ve işlenmesiyle ilgili.
Hayranlarının adeta bir mesih gibi görmesine karşın bizim itiraz ettiğimiz Kazım Mirşan ile igili sorunumuz tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Bizim Mirşan'a itiraz ettiğimiz konu, iddialarına bir açıklama beklememize karşın bulamamış olmamız. Kendisi aşağıda sıralayacağım sorulara cevap verebilirse, biz de bu konularda aydınlanmış olur ve pekâlâ tezlerini (eğer mantıklı temellere dayandırıyorsa) kabul edebiliriz. Ama önce şu sorulara bir bakalım:
1. Mirşan mağara duvarındaki çizikleri bile okuduğunu iddia ediyor ve hatta çoğu zaman günümüz Kazakçası ile okuyor. Bugün "Kazak" dediğimiz toplum, Altın-Ordu devletinin yurttaşları iken, devletin dağılması ile kendi siyasi birliklerini sürdürmüş ve çoğunlukla Kıpçak, Oğuz ve Moğollardan çeşitli boyların bir tür federasyonu ile oluşmuş bir etnik kimliğin adı ve Kazak dili de böylece ortaya çıkmış, üç ağızdan da sözcük hazinesi içeren canlı bir varlık iken, bazen 15.000 yıl önceye tarihlediği mağara çatlaklarını nasıl Kazakça okuduğunu anlayamıyorum.
2. Yukarıda yazı türlerini tanımladık. Mirşan'ın okduğunu iddia ettiği yazılar düşünce yazısı mantığına mı, yoksa sesi betimleyen yazı mantığına mı uygun? Bu konuda şöyle uç bir örnek verelim: Antik dönemden kalma, taşa yontularak yapılmış, abartılı organlarıyla bir ana tanrıça figürü var. O dönemin teknolojisiyle taşın hangi araçlarla yontulduğu belli değil. Yontma sırasında keskinin dip kesimlerinde çeşitli çentikler kesişiyor. Mirşan bunların bile "yazı" olduğunu iddia ediyor ve okuyor. Kavram anlamıyla mı yoksa ses olarak mı okuduğu yine belli değil ama çentik olduğu belli olan bu çizikleri bile okuduğunu iddia eden bir adam ne kadar ciddiye alınır yahu?
3. Bizim örneğin "Divan-ı Lügati't-Türk" gibi kaynaklarımız var. Ayrıca günümüz ağızlarından da yararlanarak sözcük hazinelerimizi oluşturuyoruz. Mirşan'ın sözcük hazinesinde bazı kimsenin anlamadığı anlamlandırmalar var. Bunlar için kaynaklarının neler olduğunu henüz açıklamış değil.
4. Bu süreçte, bir sözü "biçim yazısı" ile mi, yoksa "ses yazısı" ile mi okuyor? Biz örneğin, Orkun yazıtlarında her imgeye bir ses karşılığı yüklemişiz, bunlardan "t2" "ẅ" "r2" "ẅk" diye adlandırdığımız imlerin bir araya gelmesiyle oluşan kavram imini "törük" diye okuyoruz. Mirşan eğer biçim yazısı kullanıyorsa, aynı anlama gelen imi hep aynı anlamda mı okuyor? Ses yazısı ise aynı ses imlerini hep benzer biçimde mi okuyor? Bu konuyla igili kendisinin bir okuma kılavuzu yayınladığını hiç görmedim. Hangi yazıyı hangi yazma sistemine göre okuduğunu bilmek istiyoruz. Hayranlarının onun okuyuşlarını latin çevriminden görüp hemen kabul ettiğini ve kendi canlarından daha aziz biçimde savunduklarını biliyoruz. Ama biz mümkünse, yazının orijinalini nasıl okuduğunu açıklamasını bekliyoruz. Günümüzde insanlar Mısır Hieroglifleri, Çivi Yazıları ve Çin İdeogramlarını öğrenip okuyor. Sonuçta Mirşan'ın okumalarının da bir sistemi olması gerekiyor ve bunu merak ediyoruz. "Ben okudum" iddiası tek başına bilimsel olarak bir anlam taşımıyor. Herkesin eleştirdiği Thomsen de "ben okudum" deyip işin içinde çıksa ve nasıl okuduğunu kimseye açıklamasaydı, iddialarını kimse kabul etmezdi.
5. Geçen gün başka bir yerde yazdığım gibi "toplumumuzda yaygın kabul gören Kur'an diye bir kitap var. Bu kitabı "Abdullah oğlu Muhammed" adında Mekkeli biri, "Allah" dedikleri bir yaratıcıdan doğruca aldığını söylüyor. Başka bir kaynağı yok. İnanmak ya da inanmamak kişiye kalmış. Mirşan da birşeyler okuyor. Ama kaynağı ya da sistemi bugüne kadar hiç açıklanmadı. Yoksa Mirşan da kendi kitaplarının peygamberi mi? Bu durumda, benzer biçimde inanmak ya da inanmamak kişiye kalmış; neden inanalım?
6. Mirşan tezlerinde dikkat çeken bir özellik de şöyle: Aslında bütün dünya Türk soyundan geliyordu (buradan yeryüzünde başka bir soy olmadığını anlıyoruz). Ama sonra bilinmeyen bir dönemde, örneğin bugün Fransa dediğimiz yerde biri bu insanlara Türklüklerini unutturup onları Fransızlaştırıyor (e, hani herkes Türk idi!). İşin ilginci, kutsal metinlerdeki "şeytan" figürüne benzer bu "biri" dünyanın farklı coğrafyalarında farklı kimliklerle ortaya çıkıp oraların yerlisi olan Türk soylu insanlara kimliklerini unutturup kendine benzetiyor. Dolayısıyla bu tarihi başlatan, çok gelişmiş, ileri düzeyde zeki olan bu Türk toplumu bu şeytanın oyununa gelip kendi kimliğini bırakıyor. Bütün dünya Türk soyu iken onlara kimliklerini unutturup da başka şeyler yapan bu "şeytan" ya da "şeytanlar" kim(ler)?.
                                                                                           *            *            *
Yukarıda değindiğimiz Orkun yazıtlarında 38 (otuz sekiz) im var. Türkçe bunlara "üsük" dendiği Turpan dönemi elyazmalarında açık biçimde belirtilmesine karşın, günümüzde hâlâ "damga" diyen bir kalabalık var. "Damga" ses yazısına geçmeden önce yaşanmış, düşünce ya da biçim yazısı mantığında işleyen imlere denir. Oysa söz konusu Türk yazısı ses değerli imler üzerine kuruludur ve "üsük" dendiği Turpan dönemi elyazmalarında açıkça belirtilmiş.
Bu üsüklerin, Türk dilinin "büyük ünlü uyumu" ve "küçük ünlü uyumu" denen yapısal özellikler iyice anlaşılarak kurgulandığı, özellikle Türk Kağanlığı döneminden sonraki yazılı kaynaklarda uygulanan yazım kuralları ile çok belirgince anlaşılıyor. Bu durumda, büyük ünlü uyumuna göre, on ünsüzün kalın ve ince ünlülere göre yazılan iki ayrı dizgesi var. Diğer deyişle, ince "b" ile "ba" hecesi yazılamaz. Küçük ünlü uyumu diye adlandırılan yapı ise, ilk hecedeki ünlüye göre izleyen hecelerde yazılacak ya da yazılmayacak ünlüleri belirlememize yarıyor. Bu durumda da, "Uluğ Törük Kağanlığ İli" yazarken "w" "l1" "g1" "t2" "ẅ" "r2" "ẅk" "k1" "g1" "n1" "l1" "g1" "l2" "i" imleri yeterli olur. Dİğer bir deyişle "k2" "a" "g2" "a" "n2" ... vb., imleri dizilerek "kağanlığ" diye yazılamaz.
Yine her dilde olan sesler vardır ve her dilin yazı düzeneği de bu ses özelliklerini karşılamak üzere yapılandırılır. Bu noktada Türk yazısında "h, v, f" sesleri hiç bulunmaz. Buradan Türk diline bu sesler ile denkleşiklerinin sonraki dönemde, (her ne kadar Mirşan'a göre dışarı diye birşey olmasa da!) dışarıdan girdiğini düşünürüz. Dışarıdan girmiş özel bir ad yazılması gerektiği durumda ne yapılacağıyla ilgili örnekler Bilge Kağan'ın yazdırdığı sözlerinde bulunuyor. Hint yönünden gelen temsilci için "m" "k1" "r1" "ç" sözünü kullanmış. "Makaraç" okunan bu sözün "maharaca" sözünün Türkçe seslenimi olduğu açıktır.
Günümüzde bu alanda etkinlik gösteren bazı kişi ve kurumlar ise okuyucularına kolaylık olması açısından dönem yazısını günümüz Türkçesine uyarlama yönünde bazı işler görüp, "k1"+"t2" birleşimi görünen bir im üretip "h" ses değeri, aşağı bakan ok iminin iki yanındaki çentiği ortadaki çizgi düzeyine kadar çekerek "f" ses değeri yüklemişler ve okuyucularına da böyle öğretip, böyle yapmaya zorluyorlar. Yine Türk yazısında olmayan "a/e", "o/u" "ö/ü" ayrımı yapmak üzere kimi imler de türetmişler ve okuyucularına yukarıda değindiğim kuralları yıkıp da sözleri latin yazı kurallarına uygun biçimde, bütün ses değerlerini göstererek yazmayı öğretiyorlar. Yukarıda dilin "onu kullananlarla birlikte yaşayan" bir varlık olduğunu ve yazının da bu dili saklamak için uydurulmuş bir aygıt olduğunu yazmıştık. Bir de "(ortak) kültürel miras" diye bir şey vardır. Bu tanım sahipleri artık geçmişte kalmış, ama günümüz yaşayanlarının ortak varisleri olduğu kültürel öğeleri ifade eder. Diğer bir deyişle "Türk yazı sistemi" hepimizin ortak kültürel mirasıdır; herhangi özel/tüzel kişiliğin mülkiyeti değildir. Günümüzde o dönem dilinden oldukça başkalaşmış bir dil kullandığımız açık biçimde ortadayken, biz o yazı dizgesini alıp korumak, gerekiyorsa olduğu gibi öğrenip kullanmak görevini taşıyoruz. Sözünü ettiğim "h, v, f, e, ö, o" imlerini üretme hakkını kimden ve nasıl aldıkları belli değil.
Kısaca Mirşan'ın önce dil alanında türetip sonra da kendi tarih tezini oluşturmasıyla yaşadığımız süreç, hiç bir kural tanımıyor. Bazı arkadaşlar durumu "bilim kimsenin tekeli değildir" diye savunmaya yelteniyor. Bu savı sonuna kadar desteklerim; bilim gerçekten kimsenin mülkiyeti değildir. Bilim tümüyle ve tümüyle onu bilim yapan ilke ve kuralların hükümranlığındadır. Bu durumda, yaptıklarını iddia ettikleri bilim alanıyla ilgili hiç bir kural ve ilke bilmeyen, bu ilkeleri de sürekli ihlal eden, her kazıntıyı kendi keyiflerine göre okuyan ama kaynak olarak kendi "vahiylerinden" başka bir yer göstermeyen ve bu ilkelerre göre çalışan bilim insanlarına sürekli hakaret içeren eleştiriler yönelterek kendilerini meşrulaştırmaya çalışan insanların bilim yaptığını nasıl söyleyebiliriz? 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder