Başları her sıkıştığında "ama Atatürk'ün tarihi" diyen, Avrasyacılık (ya da bazısı Amerikancılık) değirmenine su taşıdıkları halde "Türkçü" olduklarını iddia edebilen uydurmacı pseudo-historian taifeye gelsin...
"SIKIYÖNETİMLE TANIŞIYORUM
Şu sıkıyönetim deyimi cidden hoşuma gider. İdarei örfiye ve sonra örfi idare pek de bir mana ifade
etmiyordu. “Örfi İdare” yerine “Keyfi İdare” deseler daha doğru ederlerdi. Halbuki sıkıyönetimde enerjik ve
sert bir anlam var... Halk Partisi mekanizması içinde sıkıyönetim gibi güzel bir icat yapacak bir kimsenin
bulunması gerçekten aklın almıyacağı bir nesne, adeta bir harika... Fakat doğrusuna bakarsanız bu
sıkıyönetim, aslında bir gevşek yönetmesizlikten başka bir şey değildi.
Birinci ve ikinci sıkıyönetim komutanları olan Korgeneral Ali Rıza Artunkal ve Orgeneral Sabit Noyan’ın
ikisiyle de şerefyap oldum; ikisinden de hoşlanmadım.
Münasebetlerimiz düşmanca olduğu için hoşlanmadım sanmayın. İnsanın hoşlanmıyacağı dostları olduğu
gibi hoşlandığı düşmanları da vardır. Mesela ben, Falif Rıfkı’nın bir yazısında “Biz Türkçüler...” diye bir
ibaresini görünce gülmekten harap olmuş ve Falih Rıfkı’dan hoşlanmıştım. Hasan Âli ile bir saat beraber
bulunmak ise sizi temin ederim ki Muammer Karaca’ya gitmekle eşittir. Peki, şimdi ben bu ikisinden
hoşlanmakla onların dostu mu oldum? Ne gezer!... Osmanlıya göre Moskof neyse bana göre de bazıları o...
Artunkal da beni güldürmüştü. Ama yalnız güldürmekle de hoşlanılmıyor işte... Neyse biz tanışmamızın
hikayesine gelelim:
Bir gün Halk Partisinin Arnavutlarından biri bana kendi gazetesinde bir yaylım ateş açtı, açara... Arnavut
bu, kabadayıdır! İşin ultra komiksel tarafı, bu Arnavudun bana karşı Türk milliyetçiliğini, Türklüğü müdafaa
etmesiydi. Sebep de malum: Ben yine şu mahut tarih kitabına ilişmiştim. Amatör çok... Ne kadar beşeri
muzahrafat varsa hep birden aynı varakparede ulumağa başladılar. Çomar ve çakal seslerinden mürekkep
bir sekizinci senfoni...
Sıkıyönetim komutanına düşen, İşkiptar’ı çağırıp:
“Neyine gerek senin tarih meselesi. Git işkembe çorbası, ciğer tavası ile uğraş more!” demekti.
Ama bizim Filibeli Rıza, yani General Ali Rıza Artunkal öyle yapmadı; sivil polis vasıtasiyle beni
çağırttı.
Sivil polisin de telaşı malum... Bu haberi bana iletecek olan memur gece geç vakit gelerek bizim kaleyi,
yani Maltepe’deki evi kuşattı. Ben de karşılık tedbir almakta gecikmedim. Karanlıkta birbirimizi gözetledik.
Bir defa huruç hareketi yaptım. Düşman ricat etti. Fakat pusuya düşmemek için takibe girişmedim. Kaleye çekildim. Düşman da biraz gerileyerek o geceyi Maltepe karakolunda geçirdi. Doğrusu iki tarafın da haber
alma servisleri mükemmel işliyordu.
O zaman ben Halk Partisi devletine karşı müstakil bir devlettim. Almanların Balkanlara indiği ve Türkiye’ye
saldırmalarına muhakkak diye bakıldığı bir zamanda benim hazırlık yaptığımı ve ilk çağrılışta sırtıma
geçireceğim bir çantaya iğne ipliğe kadar her şeyi doldurduğumu gören zevcem:
“Hani sen müstakil bir devlettin? Türkiye’nin girişeceği savaştan sana ne?” diye sormuş, ben
de:
“Türkiye’nin müttefiki olarak harbe katılacağım!” cevabını vermiştim
Adama kırk gün deli deseler deli olurmuş; müstakil devlet olduğunu kırk ay söyleyene şakadan da olsa
inanılır. Bir gün Boğaziçi Lisesinden çıkıp Köprüye giden tramvaya bindiğim zaman birisi nazikane selam
vererek:
-“Müstakil bir devletin yeri olmalıdır.
Diye yerini bana bıraktı. Bu, Allah selamet versin, aynı lisesin müdür yardımcılarından ve edebiyat
öğretmenlerinden nükteci bir arkadaş olan Enver’di.
Đşte bu müstakil devleti, Halk Partisinin sıkıyönetimi görüşmeğe çağırıyor, sivil polisi bu işe memur
ediyordu.
Sivil polislerin doğru söylemiyerek kandırarak iş gördükleri bir hakikat... Bunu taktik olarak yapıyorlar.
Edirne meselesi yüzünden birinci şubede sabahladığım gece, o gün tevkif yapan memurların birbirlerine
anlattıklarından hep ayını taktiği kullandıklarını öğrenmiştim. Mesela biri, Emniyet Müdürlüğüne getirilmesi
gereken adamın evine sabahleyin erkenden gitmiş, kapıyı açan hizmetçiye: “Arkadaşıyım, mühim bir şey
söyliyeceğim, uyandırın!” demiş...
Be mübarek! Doğruyu söylesen günaha mı girersin? Polis olduğunu söylersen, öteki damdan falan, kaçar
mı?
Doğrusu şu ki, Halk Partisi polisiyle bir defa temas edenin polise ve dolayısıyla resmi makamlara güveni
kalmıyordu. Sicili, sabıkalı hırsıyla aydın bir insana yapılacak muameleyi birbirine karıştıran polis, böylelikle
hükümetin milletle arasını soğuttuğunun farkına bile varmıyordu.
Bana haber vermeğe gelen polis de sıkılmasa, ertesi günü sıkıyönetim komutanlığına götürmek için beni o
geceden tevkife kalkabilirdi.
Ertesi sabah erken kapı çalındı. Zaten bekliyordum. Gideceğim treni kendisine söyledim. Ben trene
binerken o da başka bir vagona atlıyordu. Vatandaş, polisi, daima koruyucu bir kuvvet olarak görmelidir.
Halbuki daima bir baskı kuvveti olarak görmeğe alışmıştı. Bu psikolojik noktayı Halk Partisi asla anlamadı.
Zaten neyi anladı ki?
Sıkıyönetim komutanı Korgeneral Ali Rıza Artunkal’ın karşısına çıktım. Yanında kurmay başkanı bir yarbayla
bir de binbaşı vardı. Beni nezaketle karşıladı. Önce hal ve hatır sordu. Fakat nezaketinin zorlama olduğu
belliydi. Çünkü “siz” diye başlayıp “sen” diye bitiriyordu.
Bir aralık söz benim “Dalkavuklar Gecesi” romanıma geldi ve sayın komutan şu şahane sözlerle beni cidden
habtetti:
“Sen kendini kurnaz sanıyorsun ama biz senden daha kurnazız. Romandaki şahıs isimleri ters
okunduğu zaman hakiki birer isim çıktığını anlamadık mı sanıyorsun?” İşte, benim bütün gizli maksadımı aydınlığa çıkaran ışıldak bir zeka karşısındaydım. Derhal Yusuf Ziya Ortaç’ın başından geçen bir vak’ayı hatırladım:
Yusuf Ziya, iki yerli komünist için “Marks’ın piçleri” diye bir yazı yazmış; generalde kendisini çağırarak:
“Herkesin babasını böyle işlere karıştırma” diye öğüt vermiş...
Anlaşılıyordu ki sıkıyönetim komutanı olan bu kurmay general ömründe “Marks” diye bir şey duymamış,
bunu hakikaten o iki herifin öz babası sanmış...
General benimle konuşup bilgiçlik satmağa başlayınca ben de Nizâm-ı Âlem tayfasından olduğumu
hatırladım. Vazifemiz ilkokul çocuğundan devlet başkanına kadar eksiklü, yazıklu kim görürsen düzeltmek,
nizama sokmaktı. Generali de ıslaha kalktım. Ama fazla bir şey yaptım sanmayın. Sadece tarihten, tarih
metodundan bahsettim. Komutan, Hititler çağına ait tarihi ve Volter’vâri bir roman olan “Dalkavuklar
Gecesi” nereden aldığımı soruyordu. Buyrun da laf anlatın bakalım! Tarihle tarihi roman hakkında bilimsel
bir nutuk çekmeğe mecbur oldum. Benim özenerek verdiğim konferansa karşı: “Atatürk’ün tarihinde senin
yazdıkların yok!” diye cevap vermez mi?
Atatürk’ün tarihi dediği şey, vaktiyle liselerde okutulan, baştanbaşa yanlış olduğu meydana çıktığı için
sonradan bırakılan mahut dört ciltlik tarihti. İlk Cumhurbaşkanı emriyle yazıldığı için ona izafe olunması
adet hükmüne girmişti.
Birdenbire, tarih hakkında en iptidai fikri bulunmıyan birisiyle karşı karşıya olduğumu anladım ve işi
kökünden kestirip atmak için:
“Atatürk tarihçi değildi.” Diye cevap verdim.
Tabiî bu söz generale göre küstahlıktı. Gözleri faltaşı gibi açılarak:
“Atatürk senin bildiğinin on misli tarih bilirdi!” dedi.
General bu sözüyle beni Atatürk’e rakip durumuna sokmuştu. Fakat durum Atatürk’le bir tarih imtihanına
girmeme elverişli değildi. Sözün gelişi imtihana girsek bile o bana Miken medeniyetini, bende ona Kür Şad
ve Yabgu Çiçi’yi soracaktım. Anlaşamıyacaktık.
Bundan başka, tarih alanında da olsa Atatürk’le rakip olmak, yani kendisini onunla eşit tutmak akıllara
durgunluk verecek bir işti. Atatürk, İngilterenin desteklediği Yunanlılara karşı Türkiye’nin bağımsızlığını
kurmuştu. Ya ben?
Bununla beraber ben de daha az bir şey yapmış değildim: Hasan Âli ile Falih Rıfkı’nın desteklediği İsmet İnönü’ye karşı kendimi korumuştum. Hangisinin daha güçlü olduğunu okuyucular takdir etsin...
Sayın general, “Atatürk senin bildiğinin on misli tarih bilirdi” deyince gülümseyerek sustum. Ben susunca o
açıldı. Beni tarihten imtihan etmeğe başladı. Cevap verdim keyiflendi:
-“Sen benim bildiğimin yarısı kadar da tarih bilmiyorsun be!”
Dedi. Yine gülümsedim; cür’eti arttı:
“Ne eserlerin var?
“Eserlerimin listesi elinizdeki kitabın arkasında yazılıdır.”
Elinde “Dalkavuklar Gecesi” vardı. Çevirdi ve ilk eseri okudu:
-“Sartbaşına Cevap”
Sordu: -“Bu, İzmir’de harabeleri olan Sart mı?
Küçük dilimi yutuyordum... Sayın general benim bildiğimin iki misli tarih bildiğini bu soru ile cidden bana
isbat etmişti. Kitabın adından olsun bunun bir şehir harabesi olamıyacağını, bir harabeye cevap
verilemiyeceğini anlayamıyordu. Bu adam nasıl korgeneral olmuştu, yarabbi nasıl?
Bu sefer yalnız gülümsemekle yetinmedim. Güldüm. Sartbaşının kim olduğunu anlattım. O zaman lafı
değiştirdi.
-“Müstait bir gence benziyorsun! (eliyle kalın bir dosya göstererek) Dosyanı inceledim. Irkçılık yapıyorsun!
Siyasi faaliyeti bırak! İlimle meşgul ol! Memlekette kendi aleyhinde cereyan uyandırma! Sonra kanun seni
himaye edemez”
Sayın general beni tehdit ediyor, yani Türkçesi: “Sonra seni linç ederler, karışmam ha” diyordu.
O dakikada ve sıkıyönetim komutanının odasında hayatım emniyette olduğu için zihnim ve gözlerim
dosyaya takıldı. Şişman bir dosyaydı. Kimbilir içinde benim için ne methiyeler vardı: Irkçı, Turancı, faşist,
serkeş, menfi, bozguncu falan filan... Tabii bunların arkasından da daha başka günahlar; İki defa
evlenmiştir, Reşit Galibe telgraf çekmiştir, evinde Hitlerin resmi vardır, saçlarını Hitler gibi tarar ve
başkaları...
-“Paşa hazretleri! O dosya okuyup yazması bile tam olmayan polislerin verdiği raporlarla meydana
gelmiştir. Benim hakkımda doğru bilgiler ihtiva ettiğini sanmıyorum.”
Başını salladı. Bütün esrara vâkıf insanların gülümseyişiyle gülümsedi:
-“Doğrudur, doğrudur” dedi.
Eh madem ki o doğrudur dedi elbette doğru olacaktı. Cumhuriyet ordusunun muvazzaf korgeneralinin
dediği doğru olmayıp da yedek erinin sözü mü doğru olacaktı?
Ayağa kalktım. General de kalkmak nezaketini gösterdi. Kendisini esas vaziyeti alarak askerce selamladım.
Doğrusunu isterseniz ruh ve karakter bakımından ben üniformasız bir askerdim; o ise üniformalı bir
başıbozuktan başka bir şey değildi."
ATSIZ (TÜRKÇÜLÜĞE KARŞI HAÇLI SEFERLERİ)