“Türklerin Asıl Yurdu Neresidir?” başlığını
taşıyan 5. Bölümde yazar,
Türklerin Ana Yurdu’nun neresi
olduğu meselesine, daha önce de belirttiğimiz gibi, Azerbaycanlı bazı
araştırmacıların teorileri çerçevesinde yanıtlar vermeye çalışmıştır.
Buradaki bir paragrafta şöyle demektedir:
“Yani, Osmanlı tarihi için de çok yapıldığı gibi, eski Türk tarihinde Kurt
motifinden yola çıkarak bir kahramanlık destanları çağından bahsetmek gayet
doğru ve yerinde bir davranış olacaktır.” Doğrudur, zaten böyle yapılmaktadır.
Devamında ise: “Ama birileri de kalkıp kurt ile insanın cinsi münasebetinden
bir sapıklık hikâyesi çıkartabilir; hatta Altaylar’da bulunan kimi çizimlerden
eski Türkler’de pornografi kültürü diye bir bahis açabilir. Aynı mantıkla
gidersek buna da diyecek bir
şeyimiz olmaz.” der. Ancak, yazarın söylediğinin hilafına, diyecek çok şeyimiz
olur. Öncelikle, destanlardaki sembolik
motiflerin tamamını gerçek olarak gören kimse var mıdır acaba? Biz Türklerdeki
kurt motifini bir tarafa bırakalım, İslâmi dönemde pek çok din büyüğünün Horasan’dan Anadolu’ya
güvercin ya da turna donunda geldiklerine dair
inanışlar, insanlar tarafından gerçek olarak mı algılanmaktadır? Ayrıca bunu
söyleyenlere ya da söylemeye niyetlenenlere de bizim soracak daha ağır ve altından
kalkamayacakları sorular vardır. Ancak bu eleştiri, bunun yeri değildir.
Gerekirse sorulabilir.
Kaya resimlerinde bulunan resimleri de,
günümüzün bakış açısıyla “pornografik” olarak nitelemek, ancak “tüküreyim böyle
sanata” zihniyetinin yansıması olabilir. Onlarla ilgili de verilecek yerinde
cevaplar vardır fakat o burası, bunun ne yeridir ne de zamanı..
“Gerçi, meselâ kurganları takip ederek,
geri geri gelerek Asya’dan Doğu Avrupa’ya, oradan Kafkaslar üzerinden
Azerbaycan’a inmek mümkün oluyor..” sözü de tashih edilmesi gerekli bir sözdür.
Doğu Avrupa’da bulunan Kurganların yaşının M.Ö. 6. bin yıla kadar indiği
belirtilmektedir. Kafkaslardaki en eski kurganlardan birisi olan Maykop Kurganı
da M.Ö. 3. bin yıl ortalarına tarihlendirilmiştir. Azerbaycan’daki kurgan kültürüyle alakalı bir
makale yazan Dr. Tohid Melikzadeh İran’ın Huzistan
eyaletinde 1930’larda başlayan ve 1980’lerde devam eden arkeolojik çalışmalar
sırasında bulunan ve Elam dönemine tarihlenen bazı mezarlardan bahsetmekte ve
bunları “kurgan” diye adlandırmaktadır. Ancak bunları “kurgan” olarak
adlandırmakta yeterli bilgimiz olmadığından şimdilik güçlük çekmekteyiz.
Melikzadeh, aynı makalesinde bugünkü Azerbaycan topraklarındaki asıl kurgan
kültürünün M.Ö. 4-3. asırlarda başladığını söyler. Bizce bu tarih, özellikle
Güney Azerbaycan’da yapılan son çalışmalar ışığında yaklaşık beş asır daha geri
çekilmelidir. Bugün Güney Azerbaycan’da, Erdebil yakınlarında ortaya
çıkartılmış olan kurganlar, İskit tipinde olup at iskeletleri de bulunmaktadır.
Böylece bölgedeki en eski kurganların da M.Ö. 1. bin yıl başlarına
tarihlendirilebilecek olan bu kurganlar olduğunu söyleyebiliriz. Yani, bu
tarihten daha eskilere gidebilmek için elimizde ne tarihi, ne de arkeolojik
sağlam delil bulunmamaktadır. Yani, yazarın belirttiği gibi “kurganlardan
geriye doğru giderek Azerbaycan bölgesine ulaşmak” mümkün değildir.
Yazarın bu kısımda yapmış olduğu Sümer
dili ve kültürü ile alakalı yorumlar, ihtisas alanımız olmaması ve olumlu ya da
olumsuz spekülasyonlara açık bir konu olması dolayısıyla, tarafımızdan yorumsuz
geçilecektir. Ancak yazarın Türk tarihiyle alakalı olarak
ileri sürdüğü bir görüşe karşılık şunları da söylemeden geçemeyeceğiz: Yazarın
Sümerlerin kendilerine verdikleri isim olan Kengerler ile Peçenek Kangarların,
yahut da Kengerlerin irtibatlı olduğuna, hatta düpedüz Peçeneklerin bu Sümer
Kengerlerin torunları olduklarına yönelik yazdıkları yine herhangi bir maddi delil içermeyen
iddialardandır. Biz bu iddiayı reddetmiyoruz, ancak aradaki 5 bin yıl zarfında
isimlerini bile değiştirmeyecek kadar sağlam kalabilen bir toplumun varlığıyla
ilgili olarak sadece ses benzerliği kullanmanın eksik olduğunu söylemek
istiyoruz. Hem de 5 bin yıl boyunca kendilerini bu kadar koruyabilmiş olan bir
toplumun Doğu Avrupa’ya gelir gelmez bir nesilde ortadan kalkmalarını anlamakta
da zorluk çekiyoruz. Ayrıca yazar nedense hep, bölgeden yani kabaca Ön Asya’dan
göç ederek Orta Asya’ya gittiklerini ileri sürdükleri boyları Kafkasları aşıp
Hazar’ın kuzey tarafından bölgeye gitmiş gibi göstermektedir. Acaba yazarın var
olduğunu iddia ettiği bu topluluklar,
Hazar’ın güneyinden gidemiyorlar mıydı? Bilindiği üzere, o bölgede erken
dönemlerde bu topluluklara engel olacak herhangi bir devlet ya da halk
bulunmamaktaydı. Pers kabilelerin bölgeye gelişlerinin de M.Ö. 9. yy sonları
olduğu kaynaklarda yer almakta olduğuna göre Ya bu civarda onları
engelleyebilecek başka bir şey olmalı,
ya da yazarın ve aslında bölgeyle alakalı çalışan pek çok kimsenin de
söylediği, hep “Hazarın kuzeyinden göç” hadiselerini yeniden gözden geçirmek
gerekmektedir.
Aynı şekilde, bunun hemen arkasından gelen
“Kuzey Irak ve Türklerin İlk Ataları” adlı kısımda da benzer savlar ileri
sürülmektedir.
Bu kısımdan da yalnızca iki bölümü alıp incelemekle yetineceğiz. Bunlardan
birincisi “Tek başına Subarların dili hakkında karar vermek şimdilik zor, ama
bölgedeki diğer akraba halklarla birlikte düşünüldüğünde, bunların Türkçe’ye
benzer veya Türkçe’nin kaynağı bir dil konuştukları anlaşılabilir. Dolayısıyla,
bugün Türkiye’nin endişe kaynağı olan bir bölgenin, Kuzey Irak’ın Türklerin
atalarının tarihte bildiğimiz ilk yurdu olması muhtemeldir” paragrafıdır.
Yazar, bu kısımda eski Subar halkının
diline ait toplu verilere sahip olmadığımızı belirtirken yalnızca isim ve ses benzerliğine dayanarak
bu halkı Türk ya da Türklerin ataları olarak ilan ediyor. Bununla da kalmayarak
Kuzey Irak bölgesini, yani Türk yaşam tarzına uygun olmayan bir bölgeyi
“Türklerin ilk yurdu olması muhtemeldir” diye nitelendiriyor. Önceki bölümlerde
“iki kabilenin yan yana yaşamasına elverişsiz olan Altaylar Türklerin ana yurdu
olamaz” diyebilen yazarın, Altaylar bölgesinden
kat be kat küçük ve yaşamaya elverişli olmayan bir bölge olan Irak’ın kuzey
kesimlerini Türklüğün ilk yurdu olarak nitelendirmesi gariptir.
Bir sonraki paragrafta ise şunlar
söylenilmektedir: Kuzeydeki Türk boyu Sabirler hakkında çok yazılı metin
vardır. Ancak Türkiye’de iyi bilinmeyen bir Sabar öyküsünü vereceğiz. Bu
halktan bir sınıf, Ari istilasından hemen önce Hindistan’a kadar gitmiş
bulunuyordu. Bu, Samilerin baskısının hemen ardından olmuştur ve tarihleme
sorunu bulunmaz. Bir süre sonra Ariler saldırmaya başlayınca bunlar yerlileri
örgütleyerek inatçı bir savunma vermişlerdir. Dekkan bölgesinde yaşayan Munda
dilli topluluklar, kelime hazinelerinde bunlardan hayli hatırayı muhafaza eder.
Subarların bu direnişleri, lakin sonunda yenilmeler, vahşi ve yok edici
Ariler tarafından tamamen ortadan kaldırılmalarına sebep olmuş olabilir.”
Görüldüğü gibi yazar, aynı olaydan bahseden
bir paragraf içinde aynı halktan üç değişik isimle bahsetmektedir. Gerçi yazar,
bölümün önceki satırlarında Subar=Sabar=Sabir=Suvar denklemini kabul ettiğini
belirtmişse de, aynı paragrafta bunlardan sadece bir tanesini kullansa daha iyi
olurdu. Yalnız şuna dikkat edilmelidir: Bizim Mezopotamya’daki Subar
halklarıyla ilgili bilgi aldığımız kaynaklar, Akad ve Asur çivi yazılı
tabletleridir. Sami dillerinin ortak özelliği bu dillerde de görülmektedir.
Yani bu diller ünsüz harflerle yazılmaktadır. Bu yüzden bu ünsüz harflerin
arasına istediğiniz sesli harfi getirerek istediğiniz sözcüğü
oluşturabilirsiniz.
“İran’ın İlk Sahipleri ve Türklük” adını
taşıyan ara başlık altında bölgedeki en eski uygarlık olan Elamları anlatan
yazar , bu halkın devlet
geleneği, medeniyeti ve tarihinden kısaca bahsettikten sonra sonuçta şöyle
demektedir: “Yani bitişken dilli halklar, bildiğimiz kadarıyla
buranın yerlileridir, başka yerden gelmemişlerdir.”
Ancak burada şöyle bir gariplik vardır:
Bölgeyle alakalı en kapsamlı çalışmanın sahibi olan ve yazarın da zaman zaman
çalışmasına atıfta bulunduğu Tebrizli merhum Prof. Dr. M. Taki Zehtabi, “İran
Türkleri’nin Eski Tarihi” eserinde Elâmları da Sümerler gibi Orta Asya’dan göç
ederek bölgeye yerleşmiş bir halk olarak göstermektedir.
Bir sonraki kısımda yazar, Azerbaycan
coğrafyasındaki eski halklara ait bilgiler vermektedir. Hurriler, Mitnniler,
Urartular gibi, bölge tarihinde 2 bin yıl süreyle egemen olmuş ve diğerlerine
nisbetle haklarında çok fazla bilgi olan halklar hakkında daha fazla bilginin
bu çalışmada olması gerekirdi.
“Doğu Anadolu’nun İlk Sahipleri ve Türklük”
adını taşıyan sonra kısımda yazar Urartulardan ve
bölgedeki diğer bazı halklardan bahseder. Burada da şöyle bir cümle kurmuştur:
“Bu halkın (yani Urartuların A.Y.) kalıntılarından sonraki dönemin etnik
oluşumlarından (Ermeni, Med, Pers, Süryani vs.) hiçbirine dahil olmayanların
bir kısmının dağınık Kürt etnosuna dahil oldukları anlaşılmaktadır.” Bu cümleye en
başından incelemeye başlayalım. Ermeni (=Hay) halkı bir tarafa, Med, pers,
Süryani gibi toplulukların Urartu halkıyla ne gibi ilişkileri oldukları
tarafımızca bilinmemektedir. Medler ve Persler eski Urartu topraklarında
siyasal olarak egemenlik kurmuşlardır ancak, etnik bir karışımın olduğuna dair
herhangi bir bilgimiz bulunmamaktadır. Daha komiği, erken devirlerden itibaren
Mezopotamya’nın kuzeyine yerleşen Akad, Asurlu gibi Sami halkların torunları
olan ve önemli bir medeniyet oluşturan Süryani halkının Urartularla ne gibi bir
münasebeti bulunmaktadır? Bilemiyoruz. Eğer varsa, açıkçası bilip öğrenmekten
de onur duyarız.
Urartuların kimseyle karışmayan
bakiyelerinin sonraki dönem Kürt (Osmanlı kaynaklarında kürd) toplumu
içerisinde olduğu bilgisi de gariptir. Haklarında ilk bilginin M.S. 1.000
yılından itibaren elimizde olduğu, ancak bu tarihten sonra tarih sahnesine
çıkan, Farsçayla akraba bir dil (ya da diller) konuşan ve yapılan bütün araştırmalarda
ayrı bir Hint-Avrupalı millet olarak vasıflandıran insanları, tutup da
“Urartuların torunları” diye nitelemek de gariptir. O zaman ya Urartuları da
Hint-Avrupalı olarak nitelendirmek gerekecektir, yahut da bu farazi Kürt
olmanın=Kürtleşmenin delillerini ortaya koymak gerekmektedir. Aksi halde,
söylenen bütün sözler havada kalacak ve başka yerlere hizmet etmekten başka işe
yaramayacaktır.
Mari metinlerinde geçen “Turukkular” ya da
Shemshara Tabletinde bahsedilen “Turki Krallığı” ile ilgili olarak da, elimizde
bu iki söz dışında kanıt bulunmamaktadır. Hep dediğimiz gibi, sadece isimlerden
yola çıkarsak hata ederiz. Bunları diğer tarihi ve arkeolojik verilerle
desteklemedikten sonra bütün bu yazılanlar havada kalacaktır. Kitabın bu
bölümüyle
ilgili bir düzeltme: Akad Kralı Naram-Sin’in Anadolu’ya yaptığı sefer M.Ö.
2.000 yılında değildir. Naram-Sin M.Ö. 2291-2255 yılları arasında hüküm
sürmüştür ve doğal olarak bölgeye yaptığı sefer de bu tarihler arasındadır.
“Medler, Türkler ve Kürtler” adını taşıyan
bir sonraki kısımda yazar sadece
Manna/Mada/Med tarihini anlatarak Kürtlerin Medlerle alakası olmadığı sonucuna
ulaşmıştır.
Ancak yazar yine de Kürtlerin, varlığından son derece emin olduğu bu eski
Türklerin soyundan geldiklerinden ısrarcıdır.
Bu kısımda yazar Med tarihiyle alakalı
olarak onların İskitleri ortadan kaldırdıklarından, Asur’u yıkıp bir anda
Kızılırmak sınırına dayandıklarından ve burada Lidyalılar’la savaştıklarından
bahseder.
Bu teoride gözden kaçan bazı detaylar vardır. Bunları maddeler halinde şöyle
sıralayabiliriz:
1. M.Ö. 720-700 arası Kimmerlerin önce
Kafkaslar’dan Doğu Anadolu ve Azerbaycan’a, oradan da Sakarya havzasına kadar
göçleri.
2.M.Ö. 626 İskitlerin bütün Ön Asya’ya
hakimiyetlerinin sonu ve kuzeye çekilmeleri.
3.M.Ö. 625 Med Kralı Keysar’ın başa gelişi.
4.M.Ö. 612 Asur Devleti’nin yıkılışı.
5.M.Ö. 590 Kimmerlerin, Lidyalılar
tarafından Anadolu’dan sürülmeleri.
6.M.Ö. 690-585 Kızılırmak kenarındaki
Med-Lidya Savaşı.
Görüldüğü üzere Medlerin Asurluları
yıkmasından Lidyalılarla savaşmalarına kadar 27 yıl geçmiştir. Bu süre zarında
savaşmayan iki devletin bir anda savaşmalarının nedeni Medlerin yayılmacı
politikaları değil, tahminimizce Kimmerlerin Anadolu’dan sürülmeleriyle
bağlantılıdır. Çünkü savaş 690 yılı civarında başlamıştır ve bu tarih tam da
Kimmerlerin Anadolu’dan çıkartılma tarihlerine denk gelmektedir. Ayrıca Ön
Asya’daki İskit egemenliğini ortadan kaldıranların doğrudan Medler olduğu
yolunda da elimizde bir kanıt bulunmamaktadır.
Yazar, “Kürtlerin Aslı Nedir?” kısmında
ise, 70 yıllık tekerlemeleri tekrarlar görünmektedir. Elegeş Yazıtında
geçen sözün Körtül olduğu ve güçlü, kuvvetli gibi anlamlar taşıdığı artık bütün
akademik camia tarafından bilinmektedir. Hal böyleyken hâlâ aynı yanlışta ısrarcı
olmanın bir anlamı var mı? Macarlar içindeki Kürt-Gyarmat boyundaki Kürtlerin
de, bugün Ortadoğu’daki Kürtlerle alakaları olmadığını, genç Macar Türkolog
Attila Mattefy anlatmıştı.
“Öncelikle şimdiki Kürtlerin Orta Asya
kökenli olduğu şeklindeki bir görüş çok saçma ve dayanaksız olacaktır” diyen
yazara biz de aynen katılıyoruz. Ancak
kendisine şiddetle karşı çıktığımız husus, Kürtlerin Türklerle akraba olduğu
yolunda süregelen resmi propagandanın bir parçası olan şu cümlelerdir: “.. illa
da bir bağlantı varsa, Orta Asyalı Kürtlerin şimdiki Kürtlerin ataları olan
topluluktan ayrılarak oralara gittiğini düşünmek daha mantıklı olacaktır”. Yazarın mantıklı
olacak dediği şey, ne tarihi ne arkeolojik, ne de günümüz koşullarında hiçbir
şekilde onaylanmayan, elde hiçbir delili olmayan bir durumdur. O Kürtlerle, bu
Kürtler aynıymış! Elegeş Yazıtında Kürt sözünün geçmediğini, geçen sözün başka
olduğunu fakat yanlış okunduğunu söylemiştik. Macarlar içindeki Kürtlerin ise,
Ortadoğu Kürtleriyle bir ilgisi olmadığı zaten bellidir. Bu durumda hangi
mantık, hangi delil?
“Bunların (Farsların A.Y.) dilinin Farsça
etkisinde gelişeceği aşikardır. Ancak kesinlikle bir Fars lehçesi haline
gelmemiş, ..”, “Anadolu’nun fethinde Türk ordularının yanında pek çok defalar
Kürt birlikler de bulunmuştur” sözleri üzerine de
eğilmek isteriz. Yazar, Fars dilinden bahsederken “.. bizzat merkezi İran’da
bile değişik dillere ayrılmıştır” der. Tamamen Farsi
özellikleri gösteren bu dili, içindeki bulunan bazı sözler dolayısıyla farklı
diye nitelendirmek, aynı mantıkla gidersek “hemen bütün Türk lehçe ve ağızlarının
farklı dillere ait olduğu sonucuna götürebilir bizi.
Anadolu’nun fethinde Türk ordusuna yardımcı
oldu ileri sürülen Kürtlere gelirsek; bu konuda herkesin verdiği tek örnek
Malazgirttir ve Malzagirt Savaşında Türk ordusunun tamamı, yaklaşık 25-30 bin kişi
civarında idi. Durum böyleyken tutup da “10 bin Kürt atlısı” rakamındaki
inanılmazlık daha fazla göz önüne gelecektir.
“..Ermenilerin bir savunma tedbiri olarak
bölgeden göçtürülmesiyle birlikte Doğu Anadolu’da yeknesak tek etnik unsur
olarak Kürtler kalmıştır” sözüyle de yazarın bütün Doğu
Anadolu’yu Kürtlerden ibaret gördüğü anlaşılıyor.
“Batı’ya giden Türk fetih orduları içindeki
Kürtler Türkleşmiş..” sözünün de açılması
gerekirdi. Acaba hangi fetih orduları içinde Kürtler vardı? Sayıları ne kadardı?
Nereye yerleşmişler, nerede Türkleşmişlerdi? Tabii böyle bir şey hiç
olmadığından, bunlara verilebilecek bir cevap bulunamaz. En batıda, Orta
Anadolu’da yaşayan bazı Kürtlerin 19. yy’da bölgeye yerleştirildikleri
bilinmektedir. Bunların dışındaki herhangi bir Kürt yerleşmesi, yakın dönem
dışında bilinmemektedir.
Bundan sonraki bölümlerde Viking Sagalarına
giren yazar, bu destanlardaki Türklükle irtibat kurulabilecek ne varsa
sıralamaktadır.
Bu kısımda Etrüsklere de değinen yazar, “Batı Anadolu’daki yurtlarından eski
Yunanlılar tarafından atılan bu halkın bir kısmının da karayolunu kullanarak
kuzeye gitmesi, German kavimleri arasına dalmış olması gayet mümkündür” der. Ancak Etrüsklerin
kökeni ile ilgili olarak Herodot, onların Lidyalılar’dan olduğunu, bir kuraklık
yüzünden gemilerle İtalya’ya göçtüklerini bize haber vermektedir. Bu durumda ya
Lidyalılar da “Türk”, ya da Etrüsklerin Türklerle bir bağlantısı yok. Ayrıca, o
tarihte kalabalık ya da az sayıda bir toplumun Batı Anadolu’dan kalkarak Trakya’ya
geçmeleri, vahşi ve tehlikeli Trak kabileleri arasında geçip Orta Avrupa’ya
kadar ilerlemeleri de bize pek olası görünmemekte.
“Kuzey Irak’tan Kaçan Kumanlar” kısmında geçen “Malatya civarındaki Kaman ilçesi” sözü
de doğru değildir. Kaman Kırşehir’in ilçesi olup iki yer arasında yaklaşık 450
km mesafe bulunmaktadır.
Yazar “Türklerin “Ermeni” Akrabaları” adını
taşıyan bölümde
Azerbaycanlı Prof. Firudin Ağasıoğlu’nun çalışmalarına dayanarak “Ermeni”
sözünü Türkçeyle açıklamaktadır. Ancak bizim kendi
alışmamızda gördüğümüz şudur:
“Resmi
Ermeni kaynaklarına göre Armenia adı bölgeye ilk olarak M.Ö. 2.700 yılı
civarında Sümerler tarafından verilmiştir.
Başka kaynaklarda ise, kelimenin kökeni
olarak Sami kökenli bir dil olan Aramca gösterilmekte ve anlamının da
“dağ/dağ ülkesi” olduğu ileri
sürülmektedir. Bu konu üzerine ulaştığımız kaynakların tamamı, adı geçen
dillerin Sami kökenli olduklarını ve konsonantlı diller olduklarını göz ardı
etmektedir. Bilindiği gibi bu dil ailesi sessiz harflerle yazılır. Bu yüzden
Armenia sözünün sonundaki
–ia
takısının attığımızda elimizde Armen sözü kalmaktadır. Konsonantlı dillerde bu
sözün yazılışı “RMN” şeklindedir. Yaptığımız araştırmada, kelimenin kökeni
olarak Sami kökenli başka bir dil olan ve M.Ö. 4.
bin ve 3. binde
Mezopotamya’nın
kuzeyinde hüküm süren Akadca’ya ulaşmış bulunmaktayız.
Bilindiği üzere Sami kökenli dillerin tamamı konsonantlı(=ünsüz) dillerdir ve
yazılımları da bu şekilde yapılır. Armenia sözünün Sami kökenli olduğunu kesin
olarak bildiğimize göre, bu sözün RMN kökünden geldiğini anlıyoruz. Akad
çiviyazısıyla yazılımı “
” şeklinde olan sözün kelime anlamı
“Nar”dır ve RMN kökü ile hem günümüz
Arapçasında hem de İbranicesinde yaşamaktadır.
Asurca’da bulunan “armanu” sözü de, benzer bir şekilde “kayısı” anlamına
gelmektedir.
Yüksek iklimlerde yetişen
bir bitki olan narın çok eski dönemlerden bu yana İran yaylasında
yetiştirildiği bilinmektedir.
Bu
da, Armenia sözünü kapsayan bölgeye işaret etmektedir. Söz ilerleyen yıllarda,
büyük olasılıkla anlam kaymasına uğramış, hem bir etnik grup adı olmuş, aynı
zamanda da dağlık ülke anlamında kullanılmıştır. Sonuç olarak Armenia ya da
Ermeni sözü asla bir etnisiteyi belirtmemektedir
.”
Dolayısıyla bu sözün Türkçeyle bir irtibatı
yoktur.
Yazarın yine Ağasıoğlu’nu kaynak gösterdiği
“.. Kafkasların kuzeyinden gelen Kamerler (Kimmerler)”le ilgili olarak da
çalışmamızda Kimmer sözü ile ilgili şu tesbitleri yapmıştık: “Kimmerler
olarak bilinen bu halkın adının kökeni tam olarak bilinmemektedir. Ancak Asurca
Kumaru sözünden geliyor olabilir. Kumaru sözü Asur dilinde “sınır” anlamına
gelmektedir.
”
“Türklerin atalarının ana yurdu Van
Gölü’nün güney istikameti, yani Kuzey Irak ile hemen doğusundaki bölge
olmalıdır”
kesin yargısını ileri süren yazarın, bu satırlardan hemen önce “Altay-Tanrı
Dağı bölgesi, .. Türkler gibi büyük ve kalabalık bir topluluğun türemesi için
uygun ve yeterli tabii çevreyi sağlayamadığın..” demesi çok büyük bir tezat
değil midir? Altay-Tanrı Dağları çevresini türemek için küçük gören yazarın
kabaca bugünkü Hakkari vilayeti topraklarını bu iş için yeterli görmesinin mantıkla
bağdaşır bir tarafı var mıdır? Yorumu size bırakıyorum.