15 Temmuz 2012 Pazar

"İRAN İLE TURAN" YA DA DELİLSİZ TARİH OLUR MU?-3



Kitabın 4. Bölümü “Türklerin Asıl Yurdu Neresi Değildir?” adını taşımakta.[1] Yazar bu bölümde, önce Altay Bölgesini Türklerin ana yurdu olarak kabul edenlerin gerekçelerini sıraladıktan sonra[2], son olarak şöyle der: “Türkler göçebe[3] bir kültürün temsilcisidirler. Bu yüzden tarihte, göçebeliğin hakim olduğu yerlerde neşet etmişlerdir. Aynı kültürün hakim olduğu Kazak bozkırları ve Doğu Avrupa’da Hint-Avrupalı “göçebeler” yaşadığına göre, Türkler ancak Altaylar etrafındaki bozkırlarda yaşamışlardır.” [4] Bu garip cümleye göre, Altay teorisinin savunucularının tamamı, Türklüğü Altay dağlarına hapsetmek isteyen, onları “göçebe” olarak gören bir zihniyet taşımakta. Bu sözler, yalnızca Batılı bilim adamlarını kapsamamakta, Türkiye’de bölgeyle alakalı çalışan ve istisnasız Altay teorisini destekleyen bütün tarihçileri de zan altında bırakan, ağır bir sözdür. Türk tarihçileri, elde bulunan veriler ışığında Türklerin ana yurdu olarak Altaylar bölgesini genel olarak kabul etmişlerdir.[5] Konuyla ilgili genel bilgileri kıymetli hocam Prof. Dr. Gülçin Çandarlıoğlu’nun “İslâm Öncesi Türk Tarihi ve Kültürü” isimli eserinden okuyabilirsiniz. Çandarlıoğlu, bu eserinde Türklerin ilk ortaya çıkış bölgesi olarak Altay-Sayan Bölgesini işaret etmektedir.[6] Bizim kanımızca, arkeolojik verilerin ışığında, Türkler iki ana kültür bölgesinde, birisi doğuda Afanasyevo, diğeri ise batıda Andronovo bölgesinde gelişmişler ve birbirlerine akraba olan bu iki kültür bölgesi, zamanla karışarak, tarihten bildiğimiz Türk topluluklarını meydana getirmişlerdir.[7] Dolayısıyla Türk tarihçilerinin Altayları ana yurt olarak görmelerinin sebebi, yukarıda yazarın saydığı sebeplerden hiçbiri değildir. Eldeki maddi veriler ışığında ve tamamen bilimsel olarak ortaya atılmış ve kabul görmüş bir fikirdir. Yazar ayrıca, biraz aşağıda, Rus ve Alman araştırmacıların bize –ve galiba kendisine de- göre kasıtlı yayınlarını, Afanasyevo ve Andronovo’nun “Beyaz Irk”, Minusinsk’in ise “Sarı Irk”a ait olduğundan bahsederek, bu sayede Afanasyevo ve Andoronovo Kültürlerinin Türklerin en eski kültürleri olacağını da, Bahaddin Ögel’in de yazdıklarından destek alarak, yazar. [8] 

Bunun devamında “ Bu kültürlerin sahipleriyle sonraki dönemde aynı yerde karşımıza çıkan Hun, Kırgız ve muhtemelen Bulgar Türklerinin, ortak bir coğrafya ve de göçebe[9] kültürünün evrensel öğeleri dışında, paylaştıkları şeyler hakkında fazla bilgimiz yoktur.” diyen yazar,  anlaşılan bölgeyi Türk yurdu olarak görmemektedir. Bulunan bütün arkeolojik malzemeler, bölgede kültürel bir devamlılığın olduğunu göstermektedir. Bu kültürel devamlılığın en bariz göstergeleri ise, Lena nehrinden Anadolu içlerine kadar uzanan bölgede bulunan kaya resimleridir. [10] Tabii, bu kaya resimlerini inceleyip yorumlayabilmek için hepsini yerinde görmek, bir arkeolog titizliğiyle yaklaşarak görsel malzemeleri birbirleriyle eşleştirebilme yeteneği ve bilgisi gerekir.

Önceki sayfada başlayıp bu sayfada devam eden bir dipnotta[11]  geçen bir söz de ilgi çekicidir: “Arabanın Hint-Avrupalılar için önemini vurgulayanlar Sibirya içlerindeki eski Türk kavimlerinin Çinlilerce “Yüksek Arabalılar” olarak adlandırıldıklarını, bunun ETNİK bir anlam taşıdığını bilmiyor olmalılar.” Yazarın burada da, Çinlilerin verdiği isimle Kao-che yani Yüksek Arabalılar sözünü, etnik bir ayrım sözü gibi gösterdiğini görmekteyiz. Bu ad, etnik bir ad değil, sadece bir ya da birkaç boyun, bulundukları coğrafyaya uygun araç kullanmasından ileri gelen bir isimlendirmedir. Yazarın kullandığı mantıkla gidersek eğer, meselâ 1970’li yıllarda siyah-beyaz tv kullananlarla, 1990’lı yıllarda renkli tv kullananları da ayrı birer “etnik” grup olarak pekâlâ görebiliriz. Tabii bu söz biraz mübalâğalıdır. Ancak, kitapta geçen bu sözün ne kadar ciddi(!) olduğunu göstermek açısından, bu sözü kullandık.

“Mevcut hâkim görüş sürdüğü müddetçe, iyi bilinen ilk Türkleri kısaca bilmiyor olarak kalacağız” sözü de gariptir.[12] Öncelikle, iyi biliniyor olan nedir? İyi biliniyorsa eğer, neden bilmiyor olarak kalacağız? Yazarın kast ettiği, “iyi bilinen” tarih, yoksa hiçbir maddi delile dayanmayan ama yazar tarafından varlığı kabul edilen, Ön Asya’nın Türklerin ana yurdu[13] oluşunu anlatan “tarih” mi? Galiba sonuncusu olacak.. 

Ayrıca yazarın “mevcut hâkim görüş”ten kastı nedir? Eğer, kabaca Altay bölgesinin -aslında bugünkü Kazakistan bozkırlarının- Türklerin ana yurdu olduğu teorisi ise, daha önce de belirttiğimiz gibi elde bulunan maddi deliller tamamen bunu desteklemektedir.  Yazarın ilerleyen sayfalarda savunucusu olduğunu göreceğimiz görüşün ise, M.Ö. 2. bin yıldan öncesine ait maddi herhangi bir delili bulunmamaktadır. M.Ö. 2. bin’e tarihlenen bu türden arkeolojik buluntular da, bölgenin ana yurt değil, olsa olsa Bozkır’ın devamı olan bölgede de, bazı Türk ya da bozkırlı boyların yaşamış olduklarını gösterir.

Aynı sayfada “Türkler Hep Doğudan mı Gelmiştir?” ara başlığı altında şunları okuyoruz: “İkinci husus, görüş alanımıza giren başka yerlerdeki Türklerin hep doğudan, aynı kaynaktan fışkırıp gelmeleridir.” Evet, doğrudur. Tarihsel süreç içinde bütün Türk boyları doğudan batıya doğru göçmüşlerdir. Bunun devamında ise yazar “Öncelikle Türklerin belli bir istikametten gelmeleri, vardıkları yerde veya yolları üzerinde başka Türklerin olmadığı anlamına gelmez. Hunlar Asya’nın doğusundan gelmişlerdir, ama Doğu Avrupa ve Kafkaslar’da daha önce gelmiş veya baştan beri oranın sakini olan diğer Türklerle karşılaşmışlardır. .. Burada yalnızca Türklerin yeniden Türkleşmesinden bahsetmiş oluruz”[14] gibi bizce anlamsız ifadeler kullanmaktadır.  

Bu sözler anlamsızdır, çünkü yazarın ilk cümlede belirttiği üzere, tarihsel süreç içinde bütün Türk boyları doğu’dan batı’ya göç etmişlerdir. Buna, yazarın Hunlar’ın batıya göçünde Doğu Avrupa, Kafkaslar ve Azerbaycan bölgelerinde rastladığını belirttiği boylar da dahildir. Zira bozkır hayat tarzı, Mançurya’dan Macaristan içlerine kadar bir bütünlük teşkil eder. Aradaki bazı büyük nehirler hariç coğrafi olarak da kesintisiz devam eder. O devirlerde, bahsi geçen coğrafyalarda yaşayan boyların, oraların yerel halkı olduklarını gösteren herhangi bir iz de şimdiye kadar bulunmamıştır. Eğer bulan ya da gören varsa bize de bildirmeleri rica olunur.

“Bütün dünya’da görülen bir gerçek var: Verimli topraklarda nüfus daima kalabalık olur; verimsiz yerlerde tarihin hiçbir döneminde belir bir seviyeyi aşmaz”[15] diyen yazar buna günümüz dünyasından çeşitli örnekler vermektedir. [16] Ancak yazarın verdiği örneklerden, bundan 2 bin yıl öncesinde de bu bölgelerin ikliminin aynı şekilde olduğunu sandığı görülüyor. Verdiği örneklerden, bugünkü Moğolistan bölgesinde yapılan araştırmalarda, yaklaşık 2 bin yıl önce kuruduğu anlaşılan pek çok nehir yatağına rastlanılmıştır. Moğolistan’ın bugün taşlık çöl olan bazı bölgelerinde tesbit edilen kaya resimlerinde, bugün ortadan kalkmış sulak alanlarda yaşayan çeşitli av hayvanlarının resimleri ele geçmiştir. Bu da göstermektedir ki, bölge 2 bin yıl önce bugünküne benzemiyordu. Tıpkı, bugün sadece haritalarda görebildiğimiz Aral Gölü’nün kuruyup yok olması gibi. Bu yüzden, günümüz Moğolistan topraklarında 3 milyondan biraz fazla kişinin yaşıyor olması, geçmişte bu bölgede yaklaşık aynı miktarda insan yaşadığını göstermez. Eğer böyle bir durum olsaydı, M.Ö. 3. yy’dan M.S. 13. yy’a kadar uzanan dönemde, Hunlardan başlayarak Çingiz Han dönemine kadar uzanan bu kadar Türk göçünü açıklayamayız. Aslında yazarın niyeti bunları açıklamak değil, aslında Azerbaycanlı araştırmacılara ait olan, kendi teorisini doğrulatmak.  

Yazar biraz aşağıda “Aynı şey Sibirya’daki Türk yurtları ve batıdaki, sözde Fin-Ugor halklar için de geçerlidir. En az 5000 yıllık geçmişleri olan bu halklar üzerinde Ruslar, artışı ciddi manada etkileyecek bir etnik temizlik yapmamışlardır” demektedir. Bu sözden de yazarın, erken dönem Rus tarihiyle ilgili bazı şeyleri gözden kaçırdığını hesap ediyoruz. Zira en erken Rus kroniklerinde, Slav halklarının başına geçen Normanların, bölgedeki Fin-Ugor kabilelerini asimile ettiklerinden söz edilmektedir. Bu asimilasyon süreci, kesintisiz devam etmiştir. 16 yy’da, Çar Korkunç İvan döneminde,  Kazan Hanlığının işgal edilmesi döneminde bölgedeki Fin-Ugor toplulukların da Ruslaştırıldığı, bugün Rusya Federasyonunda yaşayan pek çok Fin-Ugor kökenlinin sadece Rusça konuştukları da bilinen bir gerçektir. Ayrıca soğuk iklimlerde yaşayan halkların nüfus artışlarının olmadığı bilinen bir olgudur.

Tonyukuk’un, Çinliler hakkında sarf ettiği: “Onların nüfusu bizim 100 katımızdır” sözü de,[17] Türk yurdunun verimsizliğini ya da nüfusunun azlığını değil, Çin toprağının daha verimli ve Çin’deki nüfus sıklığını gösterir. 

Bilge Kağan döneminde, Gök Türklerin savaşlara çok az sayıda savaşçı göndermelerinin ana sebeplerinden[18] 7. yy’dan itibaren bölgede yaşanan iklim değişiklikleriyle alakalı olmalıdır. Bu iklim değişiklikleri nedeniyle, pek çok boyun ana yurttan ayrılarak verimli alanlara göç ettikleri de bilinen gerçektir. Hatta Çin’e bağlanan pek çok Türkün varlığı bilinmektedir. 

M.S. 1.-2. bin yıllarda Bozkır bölgesindeki Türk nüfusunun fazlalığından bahseden yazar şu kanaate varmakta: “Ortaçağ’da, dünyada çok ciddi bir Türk nüfusu vardı. Bunun kaynağı, en fazla iki kabilenin yan yana yaşayabileceği, Altaylar ve etrafındaki bozkırlar olamaz”. Atlaya dağları yazarın sandığı gibi ufak bir bölge değildir. Moğolistan’ın bütün kuzey sınırını oluşturur. Ayrıca, aklı başında hiç kimse “Türkler sadece Altay dağlarında neşet etmişlerdir” sözünü söylemez. Altay, burada bir semboldür ve Altayların her iki tarafı da, hem kuzey batısındaki Sayan bozkırı, hem de güneyindeki Ötüken Bölgesi tarihin her döneminde, yalnızca Türklerle meskun olmuş yerlerdir.  Ve bu bölgeler, hiç de öyle ufak, Türkiye’deki bir ilçe ya da il kadar değildir.

Fergana’daki Soğdların ya da bugünkü Azerbaycan’da aslında hiç varolmamış olan sözde İrani halklara gelirsek[19] Soğd nüfusunun ne olduğuna dair elimizde hiçbir ciddi veri yoktur. Yerel beylikler ya da krallıklar olarak hüküm sürdükleri düşünülen Soğdlar, arkalarında sadece bazı dil yadigarları bırakmışlardır. Bulunan arkeolojik malzemelerin bir kısmında Soğdların fizyonomisiyle ilgili bilgilere rastlanılır. Özellikle Efrasyab kentinden ele geçen duvar resimlerinde, Kral dışındaki bütün tipler Türk tipinde resmedilmişlerdir. [20]

Kuzey ve Güney, bütün Azerbaycan topraklarında ise, tarihin hiçbir döneminde İrani[21] nüfus olmamıştır. Az sayıda Talış dışında, bugün de bu topraklar tamamen Türklerle meskûndur. Sadece tarihi Azerbaycan ülkesinin Kuzey-Batı kısmı, 19. yy’dan itibaren bölgeye yerleştirilen Ermeniler tarafından Türklükten çıkarılmış, 1990 yılı civarına kadar bölgede yaşamaya devam eden Türkler de, bu tarihte Azerbaycan’a göç ettirilmişlerdir. Yani görüldüğü üzere, bölgedeki sözde Fars unsurunun geri çekilmesi ya da asimile edilmesi gibi bir durum söz konusu değildir. [22]

Yazar, ilginç bir biçimde, bundan sonraki kısımda Türk dili ve Altay dilleri teorisine geçiş yapar. “Bitişken bir dil konuştuklarını bildiğimiz Doğu Anadolu ve Azerbaycan’ın eski halkları, …, bu dillere kaynaklık etmiş olabilirler”[23] der. Varlıklarını, özellikle Asur dönemi çivi yazılı tabletlerden öğrendiğimiz bu topluluklarla ilgili bildiklerimiz çok azdır. Bu yüzden, sadece dil örneklerine bakarak karar vermeye, kişisel olarak karşıyım. Ancak sonraki dönemleriyle ilgili karşılaştırmalar ve arkeolojik malzemelerin tahliliyle bir sonuca ulaşılabilir. Ancak bu halklardan önce Sümerlerin, yine aynı dönemde de Elamların bölgeye doğudan göç edip geldikleri bilgisi düşünülürse, çivi yazılı tabletlerde bahsedilen halkların da, onların arkasından bölgeye geldikleri düşünülebilir.

Bu sayfada bulunan bir dipnotta da gariplik vardır. [24] İki sayfa önce Hint-Avrua dillerini anlatırken “Sanskritçe’nin, Yunanca ve Latince’ye çok benzediğini, Gotça ve Keltçe ile birlikte tüm bu dillerin aynı kaynaktan çıkmış olması gerektiğini söylüyordu” cümlesini kullanan yazar,[25] bu dipnotta ise “Fakat bitişken dil bölgesinin tam ortasında bulunup bu dillerden olmayan, kadim Sibir dilleri diye sınıflanan Keltçe gibi dillerin varlığını da unutmamalıyız” der. Bu durumda Kelt dili,  Hint-Avrupa dili mi, yoksa eski Sibir dilleri sınıfına mı giriyor? O zaman, Keltlerin yaşayan bakiyeleri olan İrlandalılar, İskoçlar, Gal halkı ile Brötonlar Hint Avrupalı mı, Sibir halkları soyundan mı? Peki sizce hangisi?

Yazar, genel hatalara bu bölümlerde de devam ediyor. “Örneğin Bulgarca, bir Türk dili olarak aile değiştirmemiştir. Tamamen bir Slav dili haline geldiği için bugün başka bir aileden sayılmaktadır” diyen yazara şunu hatırlatmak isteriz. Bugünkü Bulgaristan topraklarında, Avarlar döneminde yerleştirilen Slav ve Trak nüfusunun başına geçerek onları yönetmeye başlayan Bulgar nüfusu, sayıca çok azdı. Sayıları belki birkaç bini ancak bulan bu nüfusun, yoğun bir Slav nüfus içinde erimesi çabuk olmuş, dilleriyle birlikte Slavlaşan bu az sayıdaki Bulgar yönetici sınıf, arkalarında, bu bölgedeki Slavlara verdikleri isimlerini bırakmışlardır. Tıpkı, İskandinavya’dan gelip Kuzey Slavlarının başına geçen Normanlarda olduğu gibi.

Yazar bundan sonra dil mukayeselerine girişiyor. Fransızca, İngilizce, Sırpça, Arapça gibi dillerdeki bazı cümle ve kelimelerle Türkçe karşılıklarını veriyor. Biz, dilci olmadığımızdan, kendimizi bahsi geçen dilleri yapısal anlamda incelemeye yeterli bulmadığımızdan bu konuya değinmiyoruz. Bu konu dilcilerin ihtisas alanıdır. O yüzden, herkesin konu hakkında kalem oynatmasını doğru bulmuyoruz. Bir de bu bölümde yazar, Doerfer’in bir tesbitine söylerken[26] bu tesbitin yer aldığı başka bir kaynağa atıfta bulunmakta. [27]

Dil konularıyla alakalı olarak, az yukarıda her ne kadar fikir belirtmemizin uygun olmadığını söylesek de, yazarın verdiği bazı örnekleri buraya alıyoruz: “Sans. Upari, Yunanca hyper, Gotça ufar kelimelerini, Türkçe aynı anlamdaki Yukarı/ukarı ile karşılaştırmak mümkündür. Yine bugün kip biçiminde dirilttiğimiz, aynı zamanda benzerlik ifade eden gibi  kullandığımız genel Türkçe kêp, Macarca kêp sözü de, batıdan aldığımız kopya (Fransızca copie, İngilizce copy, aslen Latince copia) ile bağlantılı gözüküyor.”[28]

Tam burada, ilk kez dün gece duyduğum ve çok beğendiğim bir sözü yazmak istiyorum: “Diller, aralarındaki benzerliklere göre değil, benzemezliklere göre sınıflandırılır..” Şinasi Tekin’e ait bu sözü, bu aralar çok sık hatırlayacağım.

“En ilgincini ise İngilizce eleven’da bulabiliriz. Bu kelimenin Eski Almanca ainlif, bu biçiminse ain-lif, bugünkü İngilizce tercümesiyle one-left şeklinde bir etimolojisi vardır. Bu ise eski dilde[29] “(10)’u bir geçti” demektir; yani “onbir” anlamına gelir.” [30] diyen yazar arkasından şu ilginç sözleri ekliyor: “ .. Eski Bulgarca’da elem adlı bir kelime vardır; sonraki anlamına gelir. .. Bulgar Hanları Listesi adıyla bilinen eski bir kaynakta, bu kelimenin bir yerde 11 sayısı yerine kullanıldığını görüyoruz.. Eski Bulgarcada 10 yerine wan denildiğini düşünürsek , 11 için asıl biçiminin ise ele-wan “ondan sonraki” olduğunu tahmin edebiliriz. Bunun söz konusu İngilizce kelimeyle alakası ise hem ses hem de anlam olarak gayet açıktır.”[31]

Yazar “gayet açıktır” diyor ancak şu “izah” cümlesinde bile aklıma pek çok soru takılıyor. Elem ya da ele sözü “sonraki” ve “on bir” anlamlarını veriyorsa, bu sözün başına ya da sonuna herhangi bir ek söz almaması gerekir. Yani zaten 11 sözünü ifade eden bir sözün başına ya da sonuna başka bir sözcüğün gelmesi mantıklı değildir. Yazarın iddia ettiği gibi, ele-wan sözcüğünü 11’in asıl biçimi olarak kabul etmekte sorun yaşıyoruz. Çünkü yazarın verdiği örneklere bakacak olursak ele-wan sözünü ya “on bir on” olarak ya da “sonraki on” olarak okumamız ve anlamamız gerekir ki, birincisi mantıksız olur. İkinci şık, yani “sonraki on” ise, ondan sonraki ilk sayıyı değil, ikinci onu yani yirmiyi işaret eder. Dolayısıyla burada yazan şekle göre, bu iddia biraz havada kalmakta. Ayrıca bunun doğru olduğunu varsaysak bile (ki yukarıda anlattığımız sebeplerden dolayı bizce mümkün görünmemekte), Eski Bulgarca ile İngilizcenin birbirleriyle ne zaman bir arada bulundukları ve İngilizlerin hangi ara bu sözü kendilerine mâl ettikleri, kocaman bir soru işaretidir.

Yazar, Türkçe Altay ve Tanrı Dağları arasında doğmuş olsa bile bunun Türklüğün ilk yurdu olamayacaklarını da söyler ve başka bir örnek olarak Toharları getirir. [32] Tohar diliyle alakalı tartışmalar her ne kadar dil ve tarih bilimcileri hala uğraştırmaktaysa da, bunun çözümüyle alakalı kendi görüşlerimizi, yakın bir zamanda yayınlayacağız. Bu örneği verirken yazar 72. sayfada Hint-Avrupalı, 74. sayfada ise Kadim Sibir halklarından diye tarif ettiği Keltleri, aniden tekrar Hint-Avrupalı olarak gösterir. Sanırım bir kafa karışıklığı var..
Bu bölümün son kısmı “Kemikler, Oklar, Baltalar vs.” adını taşıyor. [33] Evet, harfi harfine böyle. Bu bölümde de yine, daha evvel bahsettiğimiz, “Moğolsu”luktan dem vuran yazar’a göre Türkler, “Orta Asya’nın beyaz ırktan kemiklerini bulunduğu kısımlarının halkı idiler. Tarihi Türklüğün Moğolsuluğunu, dolayısıyla Sarı Irktan oluşunu kanıtlayacak ne arkeolojik, ne antropolojik ve ne de demografik delil vardır”.[34]

Gördüğümüz gibi yazar hâlâ, eski ve artık kimseler tarafından ciddiye alınmayan köhne “sarı ırk, beyaz ırk” sınıflandırmasına dayanarak, bunun olmaması gerektiğini söylüyor. İyi de, zaten kimse bunu iddia etmiyor ki! Yazar, insanların bunu iddia ettiği gibi bir düşünceye kapılıp buna karşı teoriler ileri sürmekte ancak ileri sürdükleri de sağlamlıktan ve gerçekçilikten uzak görünüyor. Zira biz Türkler Asyalıyız. Bunu kabul etmeden yapılacak her çalışma, maalesef yanlış yönlere sürüklenmeye mahkumdur. “Medeniyet getirici Hint-Avrupalılar” teorisini reddetmek için, “medeniyet yapıcı beyaz ırk” gibi gülünç söylemleri de bir kenara bırakmak gerekir.

“Doğu Karadeniz bölgesine yeryüzünün hangi milletini koyarsak koyalım, nihayetinde bu bölgenin şimdiki sakinlerinin sahip oldukları hayat tarzını ve maddi kültürünü geliştireceklerdir” sözüne de[35] bir itirazımız olacaktır. Bugün Karadeniz’de yaşayan insanlar, yazı yaylalarda, kışı ise kıyıya yakın alanlarda geçirmektedirler. Bu asırlardan beri böyledir. Fakat, M.Ö. 7-6. yy’da başladığı genel olarak kabul edilen Yunan kolonizasyonu döneminde, bölgede Sinope (Sinop), Amissos (Samsun), Keresus (Giresun) ve Trapezus (Trabzon) gibi  ticaret kolonileri kuran Helenlerin, yaylacılık yaptıklarını hiçbir yerde duymadım. Zira bölgeye yerleşen Helenlerin kendi topraklarından getirdikleri hayat tarzı farklıydı ve bölgede yaşadıkları süre içinde de bunu devam ettirmişlerdir. Bu durum, bir coğrafya’ya gelip yerleşenler, illa da o coğrafya’ya uygun hayat sürmüyorlar demektir.

“Bozkır insanların göçebe olmasını zorunlu kılıyor. Göçebelik, sonradan ortaya çıkmış bir yaşayış biçimidir ve göçebe toplumlar aslen yerleşiktiler. [36]” diyen yazar, bunun dipnotunda şöyle diyor: “Bundan 4.000 yıl kadar önce, Cilalı Taş Devrine geçişle birlikte göçebeliğin kökleri görülüyor.” [37] Daha önce de sorduğum soruyu burada tekrarlayıp “öncesinde insanlar yerleşik miydi?” demeyeceğim. Bir arkeolog olarak şunları sormak istiyorum: Taş Devri, Cilalı Taş Devri gibi tabirler bugün çok gerilerde kalmış durumdadır. Biz arkeolojide bu devirlere Neolitik Dönem adını vermekteyiz. Bu dönem kabaca M.Ö. 9 binlerden başlayarak M.Ö. 6. bin yıl ortalarına kadar devam eden bir süreçtir. Bu süreçte insanlar yerleşik hayata geçmişler, tarım ve ticarete başlamışlardır. Elbetteki bu süreç dünyanın her tarafında aynı zamanda başlamamıştır ama bundan 4.000 yıl önce, yani M.Ö. 2. binlerde hangi Cilalı Taş Devrinden bahsediyorsunuz?

“ (Hint-Avrupalılar).. Kafkaslarda, Orta Asya’nın güneyinde ve İran’da yerleşikleşmişler..”[38] sözüne de bir düzeltme yapmak istiyorum. Kafkaslar’da, yakın zamanda yerleştirilen Ermeni ve Rus nüfuslar müstesna,  Osetler dışında Hint-Avrupalı halk yoktur. O halde?

Türklerin konar-göçer olmalarının getirdiği bazı özellikleri vardır. Bunu nasıl alırsanız, öyle okursunuz. Konar-göçer hayat da, tam göçebe hayatıyla yerleşik hayatın ortasında bir yerlerdedir. Bu hayatın göçme kısmından bazı veriler alırsanız “Türkler göçebe”, konar kısmından bazı veriler alırsanız da “Türkler yerleşik” diyebilirsiniz. Önemli olan, bu hayatın inceliklerini tam olarak bilip bilinmeyen kısımlarına ise ona göre çözümlemeler üretmektir. Bu yüzden, Türklerde demirciliğin bulunması ya da tarım terimlerinin Türkçe olması, Türklerin yerleşik oldukları anlamına gelmez. [39]

Hiçbir aklı başında çalışmada Türklerin dini olarak Şamanizm geçmez. Zaten Şaman sözü de Türkçe’de yoktur. Din adamlarına Kam adı verilirdi. Ancak bunu bir kompleks vesilesi yapıp ille de Türkleri Tek Tanrıcı yapmanın lüzumu olmadığını düşünmekteyiz.


[1] S. 61’den itibaren.
[2] S. 62.
[3] Önceki bölümlerde bahsettiğimizden, burada tekrar değinmeyeceğiz.
[4] S. 62.
[5] Gülçin Çandarlıoğlu, “İslâm Öncesi Türk Tarihi ve Kültürü”, TÜDAV: 2003.
[6] Çandarlıoğlu, S. 12.
[7] Konuyla alakalı bir makale, tarafımızdan hazırlanmaktadır.
[8] S. 63-64.
[9] Evet, yine “göçebe”.
[10] Tarihi Türk coğrafyasındaki kaya resimleriyle ilgili, sayın Servet Somuncuoğlu’nun “Sibirya’dan Anadolu’ya Taştaki Türkler” ve “Saymalıtaş: Gökyüzü Atları” isimli iki çalışmasına bakılabilir. Her iki çalışma da, Türkiye’de alanında tek ve başvuru eseri niteliğindedir.
[11] S. 63-64. Dipnot: 53.
[12] S. 65.
[13] Bu söz pek çok kişiye garip gelebilir ama, özellikle Azerbaycan’da bazı araştırmacılar buna dönük çalışmalar yapıyorlar. Bunun geniş anlatımını, ilerleyen bölümlerde göreceğiz. 
[14] S. 65.
[15] S. 65.
[16] S. 66.
[17] S. 69.
[18] S. 69.
[19] S. 71.
[20] Daha geniş bilgi ve görseller için Bkz: Gorshenina-Rapin, Arkeologlar Orta Asya’da, YKY.
[21] İran sözü aslında coğrafi bir adlandırmadır. Bu yüzden İrani yerine Fars demek daha uygun olur. Ancak yazar, İrani sözünü kullandığından biz de bunu kullandık.
[22] Azerbaycan’ın erken devirleri ile ilgili daha geniş bilgi için bkz: Mirza Bala, “Azerbaycan Tarihinde Türk Albanya”, ayrıca Kalankatlı Moses, “Alban Tarihi”, vd.
[23] S. 73.
[24] S. 74. Dipnot: 67.
[25] S. 72.
[26] S. 82.
[27] S. 82. Dipnot: 82.
[28] Sf. 85.
[29] Buradaki “eski dil sözü, herhalde eski İngilizce olacak.
[30] S. 85.
[31] S. 86.
[32] S. 88.
[33] S. 88.
[34] S. 89.
[35] S. 89.
[36] S. 89-90.
[37] S. 90. Dipnot: 82.
[38] S. 90.
[39] S. 90. 

Hiç yorum yok: