Kitabın 4. Bölümü “Türklerin Asıl Yurdu
Neresi Değildir?” adını taşımakta.[1] Yazar bu bölümde, önce
Altay Bölgesini Türklerin ana yurdu olarak kabul edenlerin gerekçelerini
sıraladıktan sonra[2],
son olarak şöyle der: “Türkler göçebe[3] bir kültürün
temsilcisidirler. Bu yüzden tarihte, göçebeliğin hakim olduğu yerlerde neşet
etmişlerdir. Aynı kültürün hakim olduğu Kazak bozkırları ve Doğu Avrupa’da
Hint-Avrupalı “göçebeler” yaşadığına göre, Türkler ancak Altaylar etrafındaki
bozkırlarda yaşamışlardır.” [4] Bu garip cümleye göre,
Altay teorisinin savunucularının tamamı, Türklüğü Altay dağlarına hapsetmek
isteyen, onları “göçebe” olarak gören bir zihniyet taşımakta. Bu sözler,
yalnızca Batılı bilim adamlarını kapsamamakta, Türkiye’de bölgeyle alakalı
çalışan ve istisnasız Altay teorisini destekleyen bütün tarihçileri de zan
altında bırakan, ağır bir sözdür. Türk tarihçileri, elde bulunan veriler
ışığında Türklerin ana yurdu olarak Altaylar bölgesini genel olarak kabul
etmişlerdir.[5]
Konuyla ilgili genel bilgileri kıymetli hocam Prof. Dr. Gülçin Çandarlıoğlu’nun
“İslâm Öncesi Türk Tarihi ve Kültürü” isimli eserinden okuyabilirsiniz.
Çandarlıoğlu, bu eserinde Türklerin ilk ortaya çıkış bölgesi olarak Altay-Sayan
Bölgesini işaret etmektedir.[6] Bizim kanımızca, arkeolojik verilerin
ışığında, Türkler iki ana kültür bölgesinde, birisi doğuda Afanasyevo, diğeri
ise batıda Andronovo bölgesinde gelişmişler ve birbirlerine akraba olan bu iki
kültür bölgesi, zamanla karışarak, tarihten bildiğimiz Türk topluluklarını
meydana getirmişlerdir.[7] Dolayısıyla Türk
tarihçilerinin Altayları ana yurt olarak görmelerinin sebebi, yukarıda yazarın
saydığı sebeplerden hiçbiri değildir. Eldeki maddi veriler ışığında ve tamamen
bilimsel olarak ortaya atılmış ve kabul görmüş bir fikirdir. Yazar ayrıca,
biraz aşağıda, Rus ve Alman araştırmacıların bize –ve galiba kendisine de- göre
kasıtlı yayınlarını, Afanasyevo ve Andronovo’nun “Beyaz Irk”, Minusinsk’in ise
“Sarı Irk”a ait olduğundan bahsederek, bu sayede Afanasyevo ve Andoronovo
Kültürlerinin Türklerin en eski kültürleri olacağını da, Bahaddin Ögel’in de
yazdıklarından destek alarak, yazar. [8]
Bunun devamında “ Bu kültürlerin
sahipleriyle sonraki dönemde aynı yerde karşımıza çıkan Hun, Kırgız ve
muhtemelen Bulgar Türklerinin, ortak bir coğrafya ve de göçebe[9] kültürünün evrensel
öğeleri dışında, paylaştıkları şeyler hakkında fazla bilgimiz yoktur.” diyen
yazar, anlaşılan bölgeyi Türk yurdu
olarak görmemektedir. Bulunan bütün arkeolojik malzemeler, bölgede kültürel bir
devamlılığın olduğunu göstermektedir. Bu kültürel devamlılığın en bariz
göstergeleri ise, Lena nehrinden Anadolu içlerine kadar uzanan bölgede bulunan
kaya resimleridir. [10] Tabii, bu kaya
resimlerini inceleyip yorumlayabilmek için hepsini yerinde görmek, bir arkeolog
titizliğiyle yaklaşarak görsel malzemeleri birbirleriyle eşleştirebilme
yeteneği ve bilgisi gerekir.
Önceki sayfada başlayıp bu sayfada devam
eden bir dipnotta[11] geçen bir söz de ilgi çekicidir: “Arabanın
Hint-Avrupalılar için önemini vurgulayanlar Sibirya içlerindeki eski Türk
kavimlerinin Çinlilerce “Yüksek Arabalılar” olarak adlandırıldıklarını, bunun
ETNİK bir anlam taşıdığını bilmiyor olmalılar.” Yazarın burada da,
Çinlilerin verdiği isimle Kao-che yani Yüksek Arabalılar sözünü, etnik bir
ayrım sözü gibi gösterdiğini görmekteyiz. Bu ad, etnik bir ad değil, sadece bir ya da birkaç boyun,
bulundukları coğrafyaya uygun araç kullanmasından ileri gelen bir
isimlendirmedir. Yazarın kullandığı mantıkla gidersek eğer, meselâ 1970’li
yıllarda siyah-beyaz tv kullananlarla, 1990’lı yıllarda renkli tv kullananları
da ayrı birer “etnik” grup olarak pekâlâ görebiliriz. Tabii bu söz biraz
mübalâğalıdır. Ancak, kitapta geçen bu sözün ne kadar ciddi(!) olduğunu
göstermek açısından, bu sözü kullandık.
“Mevcut hâkim görüş sürdüğü müddetçe, iyi
bilinen ilk Türkleri kısaca bilmiyor olarak kalacağız” sözü de gariptir.[12] Öncelikle, iyi
biliniyor olan nedir? İyi biliniyorsa eğer, neden bilmiyor olarak kalacağız?
Yazarın kast ettiği, “iyi bilinen” tarih, yoksa hiçbir maddi delile dayanmayan
ama yazar tarafından varlığı kabul edilen, Ön Asya’nın Türklerin ana yurdu[13] oluşunu anlatan
“tarih” mi? Galiba sonuncusu olacak..
Ayrıca yazarın “mevcut hâkim görüş”ten
kastı nedir? Eğer, kabaca Altay bölgesinin -aslında bugünkü Kazakistan
bozkırlarının- Türklerin ana yurdu olduğu teorisi ise, daha önce de
belirttiğimiz gibi elde bulunan maddi deliller tamamen bunu
desteklemektedir. Yazarın ilerleyen
sayfalarda savunucusu olduğunu göreceğimiz görüşün ise, M.Ö. 2. bin yıldan
öncesine ait maddi herhangi bir delili bulunmamaktadır. M.Ö. 2. bin’e
tarihlenen bu türden arkeolojik buluntular da, bölgenin ana yurt değil, olsa
olsa Bozkır’ın devamı olan bölgede de, bazı Türk ya da bozkırlı boyların
yaşamış olduklarını gösterir.
Aynı sayfada “Türkler Hep Doğudan mı
Gelmiştir?” ara başlığı altında şunları okuyoruz: “İkinci husus, görüş
alanımıza giren başka yerlerdeki Türklerin hep doğudan, aynı kaynaktan fışkırıp
gelmeleridir.” Evet, doğrudur. Tarihsel süreç içinde bütün Türk boyları doğudan
batıya doğru göçmüşlerdir. Bunun devamında ise yazar “Öncelikle Türklerin belli
bir istikametten gelmeleri, vardıkları yerde veya yolları üzerinde başka
Türklerin olmadığı anlamına gelmez. Hunlar Asya’nın doğusundan gelmişlerdir, ama
Doğu Avrupa ve Kafkaslar’da daha önce gelmiş veya baştan beri oranın sakini
olan diğer Türklerle karşılaşmışlardır. .. Burada yalnızca Türklerin yeniden
Türkleşmesinden bahsetmiş oluruz”[14] gibi bizce anlamsız
ifadeler kullanmaktadır.
Bu sözler anlamsızdır, çünkü yazarın ilk
cümlede belirttiği üzere, tarihsel süreç içinde bütün Türk boyları doğu’dan
batı’ya göç etmişlerdir. Buna, yazarın Hunlar’ın batıya göçünde Doğu Avrupa,
Kafkaslar ve Azerbaycan bölgelerinde rastladığını belirttiği boylar da dahildir.
Zira bozkır hayat tarzı, Mançurya’dan Macaristan içlerine kadar bir bütünlük
teşkil eder. Aradaki bazı büyük nehirler hariç coğrafi olarak da kesintisiz
devam eder. O devirlerde, bahsi geçen coğrafyalarda yaşayan boyların, oraların
yerel halkı olduklarını gösteren herhangi bir iz de şimdiye kadar
bulunmamıştır. Eğer bulan ya da gören varsa bize de bildirmeleri rica olunur.
“Bütün dünya’da görülen bir gerçek var:
Verimli topraklarda nüfus daima kalabalık olur; verimsiz yerlerde tarihin
hiçbir döneminde belir bir seviyeyi aşmaz”[15] diyen yazar buna
günümüz dünyasından çeşitli örnekler vermektedir. [16] Ancak yazarın verdiği
örneklerden, bundan 2 bin yıl öncesinde de bu bölgelerin ikliminin aynı şekilde
olduğunu sandığı görülüyor. Verdiği örneklerden, bugünkü Moğolistan bölgesinde
yapılan araştırmalarda, yaklaşık 2 bin yıl önce kuruduğu anlaşılan pek çok
nehir yatağına rastlanılmıştır. Moğolistan’ın bugün taşlık çöl olan bazı
bölgelerinde tesbit edilen kaya resimlerinde, bugün ortadan kalkmış sulak
alanlarda yaşayan çeşitli av hayvanlarının resimleri ele geçmiştir. Bu da
göstermektedir ki, bölge 2 bin yıl önce bugünküne benzemiyordu. Tıpkı, bugün
sadece haritalarda görebildiğimiz Aral Gölü’nün kuruyup yok olması gibi. Bu
yüzden, günümüz Moğolistan topraklarında 3 milyondan biraz fazla kişinin
yaşıyor olması, geçmişte bu bölgede yaklaşık aynı miktarda insan yaşadığını
göstermez. Eğer böyle bir durum olsaydı, M.Ö. 3. yy’dan M.S. 13. yy’a kadar
uzanan dönemde, Hunlardan başlayarak Çingiz Han dönemine kadar uzanan bu kadar
Türk göçünü açıklayamayız. Aslında yazarın niyeti bunları açıklamak değil,
aslında Azerbaycanlı araştırmacılara ait olan, kendi teorisini
doğrulatmak.
Yazar biraz aşağıda “Aynı şey Sibirya’daki
Türk yurtları ve batıdaki, sözde Fin-Ugor halklar için de geçerlidir. En az
5000 yıllık geçmişleri olan bu halklar üzerinde Ruslar, artışı ciddi manada
etkileyecek bir etnik temizlik yapmamışlardır” demektedir. Bu sözden de
yazarın, erken dönem Rus tarihiyle ilgili bazı şeyleri gözden kaçırdığını hesap
ediyoruz. Zira en erken Rus kroniklerinde, Slav halklarının başına geçen
Normanların, bölgedeki Fin-Ugor kabilelerini asimile ettiklerinden söz
edilmektedir. Bu asimilasyon süreci, kesintisiz devam etmiştir. 16 yy’da, Çar
Korkunç İvan döneminde, Kazan Hanlığının
işgal edilmesi döneminde bölgedeki Fin-Ugor toplulukların da Ruslaştırıldığı,
bugün Rusya Federasyonunda yaşayan pek çok Fin-Ugor kökenlinin sadece Rusça
konuştukları da bilinen bir gerçektir. Ayrıca soğuk iklimlerde yaşayan
halkların nüfus artışlarının olmadığı bilinen bir olgudur.
Tonyukuk’un, Çinliler hakkında sarf ettiği:
“Onların nüfusu bizim 100 katımızdır” sözü de,[17] Türk yurdunun
verimsizliğini ya da nüfusunun azlığını değil, Çin toprağının daha verimli ve
Çin’deki nüfus sıklığını gösterir.
Bilge Kağan döneminde, Gök Türklerin
savaşlara çok az sayıda savaşçı göndermelerinin ana sebeplerinden[18] 7. yy’dan itibaren
bölgede yaşanan iklim değişiklikleriyle alakalı olmalıdır. Bu iklim
değişiklikleri nedeniyle, pek çok boyun ana yurttan ayrılarak verimli alanlara
göç ettikleri de bilinen gerçektir. Hatta Çin’e bağlanan pek çok Türkün varlığı
bilinmektedir.
M.S. 1.-2. bin yıllarda Bozkır bölgesindeki
Türk nüfusunun fazlalığından bahseden yazar şu kanaate varmakta: “Ortaçağ’da,
dünyada çok ciddi bir Türk nüfusu vardı. Bunun kaynağı, en fazla iki kabilenin
yan yana yaşayabileceği, Altaylar ve etrafındaki bozkırlar olamaz”. Atlaya
dağları yazarın sandığı gibi ufak bir bölge değildir. Moğolistan’ın bütün kuzey
sınırını oluşturur. Ayrıca, aklı başında hiç kimse “Türkler sadece Altay
dağlarında neşet etmişlerdir” sözünü söylemez. Altay, burada bir semboldür ve
Altayların her iki tarafı da, hem kuzey batısındaki Sayan bozkırı, hem de
güneyindeki Ötüken Bölgesi tarihin her döneminde, yalnızca Türklerle meskun olmuş
yerlerdir. Ve bu bölgeler, hiç de öyle
ufak, Türkiye’deki bir ilçe ya da il kadar değildir.
Fergana’daki Soğdların ya da bugünkü
Azerbaycan’da aslında hiç varolmamış olan sözde İrani halklara gelirsek[19] Soğd nüfusunun ne
olduğuna dair elimizde hiçbir ciddi veri yoktur. Yerel beylikler ya da
krallıklar olarak hüküm sürdükleri düşünülen Soğdlar, arkalarında sadece bazı
dil yadigarları bırakmışlardır. Bulunan arkeolojik malzemelerin bir kısmında
Soğdların fizyonomisiyle ilgili bilgilere rastlanılır. Özellikle Efrasyab
kentinden ele geçen duvar resimlerinde, Kral dışındaki bütün tipler Türk
tipinde resmedilmişlerdir. [20]
Kuzey ve Güney, bütün Azerbaycan
topraklarında ise, tarihin hiçbir döneminde İrani[21] nüfus olmamıştır. Az
sayıda Talış dışında, bugün de bu topraklar tamamen Türklerle meskûndur. Sadece
tarihi Azerbaycan ülkesinin Kuzey-Batı kısmı, 19. yy’dan itibaren bölgeye
yerleştirilen Ermeniler tarafından Türklükten çıkarılmış, 1990 yılı civarına
kadar bölgede yaşamaya devam eden Türkler de, bu tarihte Azerbaycan’a göç
ettirilmişlerdir. Yani görüldüğü üzere, bölgedeki sözde Fars unsurunun geri
çekilmesi ya da asimile edilmesi gibi bir durum söz konusu değildir. [22]
Yazar, ilginç bir biçimde, bundan sonraki
kısımda Türk dili ve Altay dilleri teorisine geçiş yapar. “Bitişken bir dil
konuştuklarını bildiğimiz Doğu Anadolu ve Azerbaycan’ın eski halkları, …, bu
dillere kaynaklık etmiş olabilirler”[23] der. Varlıklarını,
özellikle Asur dönemi çivi yazılı tabletlerden öğrendiğimiz bu topluluklarla
ilgili bildiklerimiz çok azdır. Bu yüzden, sadece dil örneklerine bakarak karar
vermeye, kişisel olarak karşıyım. Ancak sonraki dönemleriyle ilgili
karşılaştırmalar ve arkeolojik malzemelerin tahliliyle bir sonuca ulaşılabilir.
Ancak bu halklardan önce Sümerlerin, yine aynı dönemde de Elamların bölgeye
doğudan göç edip geldikleri bilgisi düşünülürse, çivi yazılı tabletlerde
bahsedilen halkların da, onların arkasından bölgeye geldikleri düşünülebilir.
Bu sayfada bulunan bir dipnotta da gariplik
vardır. [24]
İki sayfa önce Hint-Avrua dillerini anlatırken “Sanskritçe’nin, Yunanca ve
Latince’ye çok benzediğini, Gotça ve Keltçe ile birlikte tüm bu dillerin
aynı kaynaktan çıkmış olması gerektiğini söylüyordu” cümlesini kullanan yazar,[25] bu dipnotta ise “Fakat
bitişken dil bölgesinin tam ortasında bulunup bu dillerden olmayan, kadim Sibir
dilleri diye sınıflanan Keltçe gibi dillerin varlığını da unutmamalıyız” der.
Bu durumda Kelt dili, Hint-Avrupa dili
mi, yoksa eski Sibir dilleri sınıfına mı giriyor? O zaman, Keltlerin yaşayan
bakiyeleri olan İrlandalılar, İskoçlar, Gal halkı ile Brötonlar Hint Avrupalı
mı, Sibir halkları soyundan mı? Peki sizce hangisi?
Yazar, genel hatalara bu bölümlerde de
devam ediyor. “Örneğin Bulgarca, bir Türk dili olarak aile değiştirmemiştir.
Tamamen bir Slav dili haline geldiği için bugün başka bir aileden
sayılmaktadır” diyen yazara şunu hatırlatmak isteriz. Bugünkü Bulgaristan
topraklarında, Avarlar döneminde yerleştirilen Slav ve Trak nüfusunun başına
geçerek onları yönetmeye başlayan Bulgar nüfusu, sayıca çok azdı. Sayıları
belki birkaç bini ancak bulan bu nüfusun, yoğun bir Slav nüfus içinde erimesi
çabuk olmuş, dilleriyle birlikte Slavlaşan bu az sayıdaki Bulgar yönetici
sınıf, arkalarında, bu bölgedeki Slavlara verdikleri isimlerini bırakmışlardır.
Tıpkı, İskandinavya’dan gelip Kuzey Slavlarının başına geçen Normanlarda olduğu
gibi.
Yazar bundan sonra dil mukayeselerine
girişiyor. Fransızca, İngilizce, Sırpça, Arapça gibi dillerdeki bazı cümle ve
kelimelerle Türkçe karşılıklarını veriyor. Biz, dilci olmadığımızdan, kendimizi
bahsi geçen dilleri yapısal anlamda incelemeye yeterli bulmadığımızdan bu
konuya değinmiyoruz. Bu konu dilcilerin ihtisas alanıdır. O yüzden, herkesin
konu hakkında kalem oynatmasını doğru bulmuyoruz. Bir de bu bölümde yazar,
Doerfer’in bir tesbitine söylerken[26] bu tesbitin yer
aldığı başka bir kaynağa atıfta bulunmakta. [27]
Dil konularıyla alakalı olarak, az yukarıda
her ne kadar fikir belirtmemizin uygun olmadığını söylesek de, yazarın verdiği
bazı örnekleri buraya alıyoruz: “Sans. Upari, Yunanca hyper, Gotça ufar
kelimelerini, Türkçe aynı anlamdaki Yukarı/ukarı ile karşılaştırmak mümkündür.
Yine bugün kip biçiminde
dirilttiğimiz, aynı zamanda benzerlik ifade eden gibi kullandığımız genel
Türkçe kêp, Macarca kêp sözü de, batıdan aldığımız kopya (Fransızca copie,
İngilizce copy, aslen Latince copia) ile bağlantılı gözüküyor.”[28]
Tam burada, ilk kez dün gece duyduğum ve
çok beğendiğim bir sözü yazmak istiyorum: “Diller, aralarındaki benzerliklere
göre değil, benzemezliklere göre sınıflandırılır..” Şinasi Tekin’e ait bu sözü,
bu aralar çok sık hatırlayacağım.
“En ilgincini ise İngilizce eleven’da
bulabiliriz. Bu kelimenin Eski Almanca ainlif, bu biçiminse ain-lif, bugünkü
İngilizce tercümesiyle one-left şeklinde bir etimolojisi vardır. Bu ise eski
dilde[29] “(10)’u bir geçti”
demektir; yani “onbir” anlamına gelir.” [30] diyen yazar
arkasından şu ilginç sözleri ekliyor: “ .. Eski Bulgarca’da elem adlı bir
kelime vardır; sonraki anlamına gelir. .. Bulgar Hanları Listesi adıyla bilinen
eski bir kaynakta, bu kelimenin bir yerde 11 sayısı yerine kullanıldığını
görüyoruz.. Eski Bulgarcada 10 yerine wan denildiğini düşünürsek , 11 için asıl
biçiminin ise ele-wan “ondan sonraki” olduğunu tahmin edebiliriz. Bunun söz
konusu İngilizce kelimeyle alakası ise hem ses hem de anlam olarak gayet
açıktır.”[31]
Yazar “gayet açıktır” diyor ancak şu “izah”
cümlesinde bile aklıma pek çok soru takılıyor. Elem ya da ele sözü “sonraki” ve
“on bir” anlamlarını veriyorsa, bu sözün başına ya da sonuna herhangi bir ek
söz almaması gerekir. Yani zaten 11 sözünü ifade eden bir sözün başına ya da
sonuna başka bir sözcüğün gelmesi mantıklı değildir. Yazarın iddia ettiği gibi,
ele-wan sözcüğünü 11’in asıl biçimi olarak kabul etmekte sorun yaşıyoruz. Çünkü
yazarın verdiği örneklere bakacak olursak ele-wan sözünü ya “on bir on” olarak
ya da “sonraki on” olarak okumamız ve anlamamız gerekir ki, birincisi mantıksız
olur. İkinci şık, yani “sonraki on” ise, ondan sonraki ilk sayıyı değil, ikinci
onu yani yirmiyi işaret eder. Dolayısıyla burada yazan şekle göre, bu iddia
biraz havada kalmakta. Ayrıca bunun doğru olduğunu varsaysak bile (ki yukarıda
anlattığımız sebeplerden dolayı bizce mümkün görünmemekte), Eski Bulgarca ile
İngilizcenin birbirleriyle ne zaman bir arada bulundukları ve İngilizlerin
hangi ara bu sözü kendilerine mâl ettikleri, kocaman bir soru işaretidir.
Yazar, Türkçe Altay ve Tanrı Dağları
arasında doğmuş olsa bile bunun Türklüğün ilk yurdu olamayacaklarını da söyler
ve başka bir örnek olarak Toharları getirir. [32] Tohar diliyle alakalı
tartışmalar her ne kadar dil ve tarih bilimcileri hala uğraştırmaktaysa da,
bunun çözümüyle alakalı kendi görüşlerimizi, yakın bir zamanda yayınlayacağız.
Bu örneği verirken yazar 72. sayfada Hint-Avrupalı, 74. sayfada ise Kadim Sibir
halklarından diye tarif ettiği Keltleri, aniden tekrar Hint-Avrupalı olarak
gösterir. Sanırım bir kafa karışıklığı var..
Bu bölümün son kısmı “Kemikler, Oklar,
Baltalar vs.” adını taşıyor. [33] Evet, harfi harfine
böyle. Bu bölümde de yine, daha evvel bahsettiğimiz, “Moğolsu”luktan dem vuran
yazar’a göre Türkler, “Orta Asya’nın beyaz ırktan kemiklerini bulunduğu
kısımlarının halkı idiler. Tarihi Türklüğün Moğolsuluğunu, dolayısıyla Sarı
Irktan oluşunu kanıtlayacak ne arkeolojik, ne antropolojik ve ne de demografik
delil vardır”.[34]
Gördüğümüz gibi yazar hâlâ, eski ve artık
kimseler tarafından ciddiye alınmayan köhne “sarı ırk, beyaz ırk”
sınıflandırmasına dayanarak, bunun olmaması gerektiğini söylüyor. İyi de, zaten
kimse bunu iddia etmiyor ki! Yazar, insanların bunu iddia ettiği gibi bir
düşünceye kapılıp buna karşı teoriler ileri sürmekte ancak ileri sürdükleri de
sağlamlıktan ve gerçekçilikten uzak görünüyor. Zira biz Türkler Asyalıyız. Bunu
kabul etmeden yapılacak her çalışma, maalesef yanlış yönlere sürüklenmeye
mahkumdur. “Medeniyet getirici Hint-Avrupalılar” teorisini reddetmek için,
“medeniyet yapıcı beyaz ırk” gibi gülünç söylemleri de bir kenara bırakmak
gerekir.
“Doğu Karadeniz bölgesine yeryüzünün hangi
milletini koyarsak koyalım, nihayetinde bu bölgenin şimdiki sakinlerinin sahip
oldukları hayat tarzını ve maddi kültürünü geliştireceklerdir” sözüne de[35] bir itirazımız
olacaktır. Bugün Karadeniz’de yaşayan insanlar, yazı yaylalarda, kışı ise
kıyıya yakın alanlarda geçirmektedirler. Bu asırlardan beri böyledir. Fakat,
M.Ö. 7-6. yy’da başladığı genel olarak kabul edilen Yunan kolonizasyonu
döneminde, bölgede Sinope (Sinop), Amissos (Samsun), Keresus (Giresun) ve
Trapezus (Trabzon) gibi ticaret
kolonileri kuran Helenlerin, yaylacılık yaptıklarını hiçbir yerde duymadım.
Zira bölgeye yerleşen Helenlerin kendi topraklarından getirdikleri hayat tarzı
farklıydı ve bölgede yaşadıkları süre içinde de bunu devam ettirmişlerdir. Bu
durum, bir coğrafya’ya gelip yerleşenler, illa da o coğrafya’ya uygun hayat
sürmüyorlar demektir.
“Bozkır insanların göçebe olmasını zorunlu
kılıyor. Göçebelik, sonradan ortaya çıkmış bir yaşayış biçimidir ve göçebe
toplumlar aslen yerleşiktiler. [36]” diyen yazar, bunun
dipnotunda şöyle diyor: “Bundan 4.000 yıl kadar önce, Cilalı Taş Devrine
geçişle birlikte göçebeliğin kökleri görülüyor.” [37] Daha önce de sorduğum
soruyu burada tekrarlayıp “öncesinde insanlar yerleşik miydi?” demeyeceğim. Bir
arkeolog olarak şunları sormak istiyorum: Taş Devri, Cilalı Taş Devri gibi
tabirler bugün çok gerilerde kalmış durumdadır. Biz arkeolojide bu devirlere
Neolitik Dönem adını vermekteyiz. Bu dönem kabaca M.Ö. 9 binlerden başlayarak
M.Ö. 6. bin yıl ortalarına kadar devam eden bir süreçtir. Bu süreçte insanlar
yerleşik hayata geçmişler, tarım ve ticarete başlamışlardır. Elbetteki bu süreç
dünyanın her tarafında aynı zamanda başlamamıştır ama bundan 4.000 yıl önce,
yani M.Ö. 2. binlerde hangi Cilalı Taş Devrinden bahsediyorsunuz?
“ (Hint-Avrupalılar).. Kafkaslarda, Orta
Asya’nın güneyinde ve İran’da yerleşikleşmişler..”[38] sözüne de bir
düzeltme yapmak istiyorum. Kafkaslar’da, yakın zamanda yerleştirilen Ermeni ve
Rus nüfuslar müstesna, Osetler dışında
Hint-Avrupalı halk yoktur. O halde?
Türklerin konar-göçer olmalarının getirdiği
bazı özellikleri vardır. Bunu nasıl alırsanız, öyle okursunuz. Konar-göçer
hayat da, tam göçebe hayatıyla yerleşik hayatın ortasında bir yerlerdedir. Bu
hayatın göçme kısmından bazı veriler alırsanız “Türkler göçebe”, konar
kısmından bazı veriler alırsanız da “Türkler yerleşik” diyebilirsiniz. Önemli
olan, bu hayatın inceliklerini tam olarak bilip bilinmeyen kısımlarına ise ona
göre çözümlemeler üretmektir. Bu yüzden, Türklerde demirciliğin bulunması ya da
tarım terimlerinin Türkçe olması, Türklerin yerleşik oldukları anlamına gelmez.
[39]
Hiçbir aklı başında çalışmada Türklerin
dini olarak Şamanizm geçmez. Zaten Şaman sözü de Türkçe’de yoktur. Din
adamlarına Kam adı verilirdi. Ancak bunu bir kompleks vesilesi yapıp ille de
Türkleri Tek Tanrıcı yapmanın lüzumu olmadığını düşünmekteyiz.
[1] S. 61’den itibaren.
[2] S. 62.
[3] Önceki bölümlerde
bahsettiğimizden, burada tekrar değinmeyeceğiz.
[4] S. 62.
[5] Gülçin Çandarlıoğlu,
“İslâm Öncesi Türk Tarihi ve Kültürü”, TÜDAV: 2003.
[6] Çandarlıoğlu, S. 12.
[7] Konuyla alakalı bir
makale, tarafımızdan hazırlanmaktadır.
[8] S. 63-64.
[9] Evet, yine “göçebe”.
[10] Tarihi Türk
coğrafyasındaki kaya resimleriyle ilgili, sayın Servet Somuncuoğlu’nun
“Sibirya’dan Anadolu’ya Taştaki Türkler” ve “Saymalıtaş: Gökyüzü Atları” isimli
iki çalışmasına bakılabilir. Her iki çalışma da, Türkiye’de alanında tek ve
başvuru eseri niteliğindedir.
[11] S. 63-64. Dipnot: 53.
[12] S. 65.
[13] Bu söz pek çok kişiye
garip gelebilir ama, özellikle Azerbaycan’da bazı araştırmacılar buna dönük
çalışmalar yapıyorlar. Bunun geniş anlatımını, ilerleyen bölümlerde
göreceğiz.
[14] S. 65.
[15] S. 65.
[16] S. 66.
[17] S. 69.
[18] S. 69.
[19] S. 71.
[20] Daha geniş bilgi ve
görseller için Bkz: Gorshenina-Rapin, Arkeologlar Orta Asya’da, YKY.
[21] İran sözü aslında coğrafi
bir adlandırmadır. Bu yüzden İrani yerine Fars demek daha uygun olur. Ancak
yazar, İrani sözünü kullandığından biz de bunu kullandık.
[22] Azerbaycan’ın erken
devirleri ile ilgili daha geniş bilgi için bkz: Mirza Bala, “Azerbaycan
Tarihinde Türk Albanya”, ayrıca Kalankatlı Moses, “Alban Tarihi”, vd.
[23] S. 73.
[24] S. 74. Dipnot: 67.
[25] S. 72.
[26] S. 82.
[27] S. 82. Dipnot: 82.
[28] Sf. 85.
[29] Buradaki “eski dil sözü,
herhalde eski İngilizce olacak.
[30] S. 85.
[31] S. 86.
[32] S. 88.
[33] S. 88.
[34] S. 89.
[35] S. 89.
[36] S. 89-90.
[37] S. 90. Dipnot: 82.
[38] S. 90.
[39] S. 90.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder