Yazar
“Vistül Nehri bozkırlı yayılmasının son noktasıdır” diyor.[1]
Basit bir dünya coğrafi atlasına bakarsanız zaten bozkır dediğimiz kuşağın
sınırının Vistül Nehri olduğunu görürsünüz. Yani bu bir coğrafi zorunluluktur. Tarihin
garip bir işi değildir.
“Kendi
topraklarında krallıklarını ilan etmek için can atan derebeyleri için bu
gelenler bulunmaz bir fırsat ve hazır kıta asker demekti bir de dillerini
anlayabilseler”[2]
cümlesinde de düzeltilmesi gereken yönler var. Öncelikle derebeylik adı verilen
olgu, Roma’nın çöküşüyle birlikte hemen başlamış bir durum değildir. Romanın
çöküşünden hemen sonra büyük ve merkezi krallıklar kurulmuş (İspanya’da
Vizigot, Fransa’da önce Merovenj, sonrasında Karolenj sülaleleri. Almanya ve
İtalya’da Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu gibi büyük krallıklar. Ancak 9. Yy’dan
itibaren bu krallıkların güç kaybetmesiyle yerel feodal beyler güçlenmiş,
feodal beylerin güçlenmesiyle de bahsi geçen merkezi krallıklar güçsüzleşmiştir.
Bu da Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından neredeyse 5 yüz yıl sonrasının
olayıdır.
Bir
de aynı cümlede geçen istilacılarla yerli beylerin birbirlerinin dilini anlamaması
meselesi de gayet doğaldır. Zira Latinleştirilmiş Keltlerle, sonradan Kuzey ve Doğu
Avrupa’dan gelen istilacı Germenlerin dilleri, kökleri aynı da olsa
birbirlerinden farklıdır.
Yazarın
bir sonraki paragrafta geçirdiği “protoTürkmen”[3]
sözü de ayrıca ve hem de çok fazla komiktir.
Bir
başka harika “…İran’da da duramadılar. Türkiye’nin doğusundan Kafkaslara
geçtiler ve Osetleri de yanlarına katarak M.Ö. 900’lerde pontik bozkıra
çıktılar” sözüdür.[4]
Bunun maddi delili nerededir diye sorsak alacağımız cevabı çok iyi bilmekle
birlikte, yine de sormadan edemiyoruz. Bu belirtilen göç olayının arkeolojik ve
tarihi delili var mıdır? Zira bahsedilen tarih, her ne kadar farazi Karanlık
Çağlar içinde dahi olsa yine de etrafta yerleşik kültürlerin olduğu bir zaman
dilimidir. Ayrıca çıktıkları söylenen bölgede o tarihte Kimmerlerin önemli ve
büyük bir güce sahip olduklarını biliyoruz. O halde bahsedilen bu adsız grup,
nereden ve ne şekilde oralara ulaştılar? Böyle bir göç, hiç olmamış olabilir mi
acaba?
Bir
sonraki sayfada başka bir harikayla karşılaşıyoruz: “Pontik bozkırda çoğalan
Surubna Kültürünün evlatları olan diğer bir R1b’li M.Ö. 1.400-1.200 yıllarında
bugünki Yunanistan’a girdiler. Atinalılar (Grekler) bunlara Dor diyecektir. R1b’li
Dorlar daha sonra Spartayı kuracak ve Atina’nın başına bela olacaktır.
Isparta(!) fiziken yendiği Atina’ya medeniyet ummanında teslim olur. Bu teslim
oluş Dor erimesiyle Antik Çağın da başlangıcıdır aslında”[5]
sözlerine ne diyeceğimizi, nasıl yorum getireceğimizi bilemiyoruz. Yazar bu
sayede Dorların da Türk olduğunu kendince ispatlamış oluyor, biz de buna
inanıyoruz öyle mi? [6]
Devam
ediyoruz: “Bozkırlı protoTürk atanın sülbünden gelen Dor kitle Attik Kültür ve
ardından gelen Hristiyanlık hamuruyla yoğrulunca yepyeni bir millet çıkarttı
ortaya: Yunanlı!”[7]
Yani Orta Avrupa’dan güneye göç ederek
gelen Dorlar, Hint-Avrupalı Dorlar yazara göre Türk oluyor. Pes diyorum, pes!
Bu
bölümün en can alıcı kısmına geliyoruz şimdi. Can alıcı ama bir taraftan da can
acıtıcı.
Yazar
“Birçok İngilizin, Fransızın, İtalyanın, Basklının, Gregoryen Ermenisinin ve
Acaralının damarlarında dolaşan aslında Türk kanıdır. Özellikle Rusların,
Ukraynalıların, Baskların, İrlandalıların, İngilizlerin, Almanların, Macarların
ve Hırvatların…” diyor ve devam ediyor “Bunu biz söylemiyorum.[8]
Kim mi söylüyor? Bakınız kim?”[9]
diyerek bir konuşma metni yayınlıyor.
Biz
bu metni olduğu gibi aşağıya alıyoruz:[10]
“Artık çok yönlü bir dış siyaset uygulamanın vakti gelmiştir. Bundan böyle tek
yönlü Euro-Atlantik dış siyasetini sürdürmek bize zarardan başka bir şey getirmeyecektir.
Bu dehşeti Strasbourg’daki “o malum” tartışmada yaşadık. Bugün Avrupa Birliği
artık bir iflas masasındadır. Onun girdiği bunalım sadece derin ve çözümsüz bir
mali buhran değil, aynı zamanda çok daha derin bir ahlaki yok oluştur. Avrupa’nın
çöküşü artık geri döndürülemez. Avrupa’nın bu sıkıntıyı atlatacağına inananlar
ham hayallerle avunuyor. Alman dış siyaseti için artık Avrupa Birliği hiçbir
şey ifade etmiyor. Bu birlik artık “kimsenin birliğidir” ve sahipsizdir. Avrupa
ise bir mali ve ideolojik savaş alanıdır artık. Eğer çıkmak mümkün değilse o
zaman İngilizler gibi köstek olalım biz de! Macaristan’ın Türk Dünyası ile de
ilişkiler kurması gerekir. Türk dünyası bize hem saygılı hem de bir akrabamız
olarak bizi çok seviyor. Türkiye, Azerbaycan, Kırgızistan ve Kazakistan gelecek
yıllarda ekonomik ve ahlaki bakımdan da dünyanın önde gelen ülkeleri olacaktır.
Ve biz akrabalarımızla olmalıyız!” dedikten sonra arkadan ekler: “Ardından ne
mi oldu? Macaristan Başbakanını istenmeyen kişi ilan ettiler. Birisi de yüzüne
tükürdü!”[11]
Yazarın
kitabından önceki alıntıdan anladığımız, bu son alıntıladığımız kısmın, yazarın
iddia ettiği “Birçok İngilizin,
Fransızın, İtalyanın, Basklının, Gregoryen Ermenisinin ve Acaralının
damarlarında dolaşan aslında Türk kanıdır. Özellikle Rusların, Ukraynalıların,
Baskların, İrlandalıların, İngilizlerin, Almanların, Macarların ve Hırvatların…”
sözünü destekleyecek mahiyette olduğuydu. Ancak görüldüğü gibi, yazarın
alıntıladığı bu metnin, bir önceki konuyla uzaktan yakından alakası yoktur.
Ancakbu
yazarın alışa geldiğimiz bir durumu olduğundan büyütülecek bir şey değildir. Bu
kısımda asıl önemli olan şey başkadır. Yazar yukarıda alıntılamış olduğumuz
metinle ilgili şu bilgiyi veriyor: “Macaristan Başbakanı Dr. Lazslo Maracs 17
Aralık 2011 tarihinde Avrupa Parlamentosunda yapmış olduğu konuşmayı…” [12]
İşte
zurnanın detone ses çıkardığı yer burası. Önce başlayalım:
1. Macar tarihinde ne 2011 senesinde,
ne öncesinde ne de sonrasında Lazslo Maracs isimli bir başbakan olmamıştır.[13]
Zaten ismin aslı da yazarın yazdığı gibi Lazslo değil Laszlo’dur.
2. Peki ama böyle bir başbakan yoksa,
Laszlo Maracs diye biri de yok mudur? Hayır, böyle birisi vardır. Amsterdam
Üniversitesinde görevli, Macar Dili konusunda çalışmaları olan, hatta konuyla
ilgili sempozyumlar için Türkiye’ye de gelmiştir. [14]
3. O zaman bu fahiş hata nereden
doğmuştur? Yani Dilbilimci Laszlo Maracs nasıl oldu da, Türkiye’de bir
akademisyenin yazdığı kitaba Macar Başbakanı olarak girdi? Bu soruların tek
cevabı sanırım Gazeteci-Yazar Arslan Bulut’un Yeniçağ Gazetesinde yayınladığı
bir makaleden dolayıdır. [15]
Görüldüğü gibi Şubat 2012 tarihli bu makalede her şeyin kitapta yazılandan ne kadar
farklı olduğu ortaya çıkıyor.
Bir kere daha sormak istiyorum:
Böyle bir kitap akademik anlamda herhangi bir değer ifade eder mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder