6 Temmuz 2018 Cuma

85. Yılında Cumhuriyet Döneminin İlk Aydın Başkaldırısı

Cumhuriyetin ve devrimlerin yeterince kökleşmesinden sonra dil ve tarih alanlarında da yenilikler yapılması ihtiyacı doğmuştu. Bizim gibi imparatorluktan ulus devlete geçiş yapan devletlerde bu bir ölçüde doğaldır. Doğal olmayan kısmı, bu konuda eski tabirle söylemek gerekirse ifrata kaçılmış, bilimsel bakımdan hiçbir gerçekliği ve mantığı olmayan tezler ileri sürülüp gerçekmiş gibi kabul edilmiştir. Dil alanında bütün dillerin Türkçe’den çıktığını ileri süren Güneş-Dil “Teorisi”, tarih alanındaysa bütün dünya milletlerinin Türk olduğunu öne süren Tarih “Tezi” ortaya atılmış ve 3-5 yıl Türkiye’de tek geçerli görüş olarak okullarda okutulmuştur. Dil/dilbilim başka bir bilim alanı olduğu için, Güneş-Dil “Teorisi” ile alakalı kısımları dilcilerimize bırakıyor, biz kendi alanımız olan tarih ve arkeoloji’ye, bu minvalde de Tarih “Tezi”nin ortaya atıldığı 1. Türk Tarih Kongresine geri dönüyoruz.
Türk Tarih Kurumu’nun kurulmasıyla birlikte, bir tarih kongresi toplanması fikri ortaya atılmış olup kongre 2-11 Temmuz 1932 tarihleri arasında Ankara’da toplanmıştır. (1) Kongre’ye yurt içi ve yurt dışından çok sayıda isim davet edilmiş ve davet edilen isimler çeşitli bildiriler sunmuştur. Ancak şöyle bir incelediğimizde özellikle yurt içinden katılanların ve o malum “tez”i hararetle savunanların hiçbirisinin tarihçi olmadığını hayretle görüyoruz. Mesela 9 Temmuz tarihli oturumda “Akvam-ı Kadime-i Şarkiyye Hakkında Bazı Mütalaalar” başlıklı bir sunum gerçekleştiren Avram Galanti bir hukukçudur. İlginçtir, 7 Temmuz günkü ve bizim bu yazımızı yazmamıza sebep olan oturumda dünya çapında ünlü tarih profesörü A. Zeki Velidi Togan’a tarih dersi vermeye kalkışan Reşit Galip tıp doktoru, Sadri Maksudi ise Avram Galanti gibi hukukçu idi. Umarım başka yazılarda neden “tez” değil de “Tarih Şeysi” yazdığımız anlaşılmıştır. Zira tarihçi olmayanların söyledikleri, yazdıkları ancak “şey” olarak vasıflandırılabilir.
7 Temmuz öğleden önce ve öğleden sonra yapılan bazı “sunumlar” ve bunlara karşılık Togan’ın itirazı, salonda ortalığı germiş, bu gerginlik öğleden sonraki oturumda tıp doktoru Reşit Galip’in Togan’a hitaben “Zeki Velidi Bey’in Darülfünundaki kürsüsü önünde talebe olarak bulunmadığıma çok şükrediyorum”(/2) demesiyle farklı bir mecraya geçmiştir…
Bir önceki paragrafta belirttiğimiz oturumdaki tartışma ve kavgalar aynı gün Istanbul’da duyulmuştu. O sırada Darülfünun Türkiyat Bölümünde asistan olan Hüseyin Nihal Atsız, bulabildiği diğer 7 (yedi) asistan arkadaşlarıyla birlikte Sirkeci Postanesinden Ankara’ya iki telgraf çeker. Birincisi o sözleri sarfeden tıp doktoru Reşid Galip’e hitaben “Biz ise Zeki Velidi’nin talebesi olmakta iftihar ederiz”sözlerini içermekteydi. Zeki Velidi’ye yollanan ikinci telgrafta ise sadece “Tebrik ederiz” denilmişti.(3)
Darülfünundaki asistanların bu şekilde bir protestosu Ankara’da, devlet ricali arasında şaşkınlık yaratmıştı. Zira bu cumhuriyet döneminde aydınların ilk toplu itirazı idi. Ondan önceki bütün itiraz ya da ayaklanmalar ya dinciler, ya kürdçüler tarafından yapılmıştı. Bu seferki ise cumhuriyet’e bağlı, aydın Türklerden geliyordu. Maalesef bu tamamen bilimsel itiraz kısa sürede boğuldu. Telgraf çekenler üniversitelerde barındırılmadı. Bu şekilde olan, her zamanki gibi, Türkiye’ye, Türk bilimine ve akademik camiasına oldu.
Bu telgraf olayı, Dr. Reşid Galip’in 2.5 ay sonra Maarif Vekili olmasıyla yeniden gündeme gelmiş ve Mart 1933’te Atsız üniversitedeki asistanlık vazifesinden alınarak Malatya Ortaokulu Türkçe Öğretmenliğine tayin edilmiştir. Bundan sonra Atsız bir daha üniversiteye sokulmamıştır. Atsız gibi bir değerli bilimadamının üniversitede eğitim vermesi ve bilim yapması gerekirken ortaokul ve lise öğretmenliğiyle uğraştırılması, Türkçüler tarafından derin şekilde düşünülmesi gereken bir durumdur.
Atsız, 7 Temmuz’daki hareketini sadece Togan hocanın öğrencisi olması dolayısıyla değil, kongrede “tez” diye ileri sürülen “şey”lerin gerçeklerle alakası olmadığı için de yapmıştır. Bu sebeple bu konu hakkındaki fikirlerini ömrü boyunca aynı şekilde sürdürmüştür. Gariptir, bizim Türkçü camiada Atsız’ın bilim adamlığı gerektiği gibi değerlendirilememiş, hamasi bir kaç konuşma ve ezberlenen 2–3 şiirle Atsız geçiştirilmeye çalışılmıştır. Oysa ki Atsız, pek çok benzerlerinden farklı olarak, iyi bir bilim adamı idi.(4) Son zamanlarda bazılarının iddia ettiği gibi sadece bir edebiyatçı değildi. Aynı zamanda bir tarihçiydi.(5) Bu sebepledir ki kendisinden öncekilerin ortaya attığı Türk Tarihinin bir bütün olduğu yolundaki tezi geliştirip sistemli bir hale getirmiştir. Bu yönden bakıldığında gerçekten milli Türk Tarih Tezi’ni de Atsız’ın hazırladığını söyleyebiliriz.
Türkçüler, Atsız’ın çizdiği istikamette, Türk tarihinin bir bütün olarak tanıyıp görmek ve iyisiyle-kötüsüyle sevmek zorundadır. Hasan Ali Bey gibi çizmeden yukarı çıkanlara (6), Türkçülükle bir gram alakası olmayan nevzuhur Ulusalcı tiplere değil, kendi alanında doğruları söyleyen, gerçek Türkçülere inanmak zorundadır.
Hülasa; Bugün 7 Temmuz! Atsız’ı, bizim bildiğimiz Atsız yapan önemli bir gün. Bugün Cumhuriyet dönemimizin ilk aydın başkaldırısının yıldönümü. Unutma, unutturma!
TTK
(1) http://www.ttk.gov.tr/yayinlarimiz/i-turk-tarih-kongresi-02-11-temmuz-1932-ankara/
(2) Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri, Sf. 72
(3) Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferleri, Sf. 72.
(4) Geniş bilgi için bkz: http://adilyilmaz.blogspot.com.tr/2016/12/atsizin-bilim-adamligi.html
(5) Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferler, Sf. 72. Dipnot: 2.
(6) Atsız, “Alaylı Alimler”, Orhun: 5, 21 Mart 1934.
Kaynak: http://www.sabithaber.com/85-yilinda-cumhuriyet-doneminin-ilk-aydin-baskaldirisi-adil-yilmaz-4395/ 

22 Ocak 2018 Pazartesi

KIZIL ELMA NERESİ (Ömer Seyfettin)

— Kızıl-Elma'ya...
— Kızıl-Elma'ya...
— Kızıl-Elma'ya gideceğiz!
. . . . . . . .
Zamanın Süleyman'ı, ansızın... Kükremiş bir tufan halinde akseden bu naraları duydu. Otağında yalnızdı. Yarım saat evvel dağılan Dîvân'ın cenk için gösterdiği kahraman arzuyu düşünüyordu. Bugün, yalnız vezirleri değil, kazaskerleri, defterdarları, nişancıları, "ağa, kethüdâ, serdar, yayabaşı, bölükbaşı, vekilharç" gibi, yeniçeri zâbitlerini, hatta solakları bile çağırmış, hepsini huzurunda toplamıştı. Hepsi ".... Kafdağı'na kadar arkandan gelmeye hazırız, padişahım!" diye ayaklarına kapanmışlar, gözlerinden sevinç yaşları dökmüşlerdi. İşte şimdi "sefer kararı" ordu içine yayılmış olacaktı. Otağın biraz uzağında... Küçük meşe ormanının nihayetindeki mahşerde, deminki Dîvân'ın sevinci, büyük bir heyecan ummanı gibi kaynıyor, kabarıyor, kabarıyor; bu ummanın görünmez, işitilir dalgaları, yakın ufukların bulutlu sahillerine değil, sanki bütün cihanın tâkına çarpıyordu:
— Kızıl Elma'ya...
— Kızıl Elma'ya!
— Kızıl Elma'yacak....
. . . . . . . .
Padişah, tahtından yavaşça ayağa kalktı. Sağ elini altın koltuğa dayadı. Gökten inen, mânâsı anlaşılmaz bir sese kulak verir gibi başını büktü. Ordunun velvelesini dikkatle dinledi. "Kızıl Elma, Kızıl Elma...." Bu ismi şehzadeliğinden beri binlerce defa duymuştu. Sonra tekrar tahta oturdu. Gözlerinin üstüne kadar eğilmiş yusufiyesini geri itti. Gayet çıkık, geniş alnını, esmer uzun parmaklarıyla tuttu. Düşündü. Düşündü.
— Kızıl Elma neresi?
Diye mırıldandı. Şarkta olsun, garpta olsun, sefere çıkarken galeyana gelen asker hep "Kızıl Elma'ya!.." diye bağırışıyordu. Bu narayı yeniçeri kışlalarında, sipahi ocaklarında, geçit resimlerinde, hatta İstanbul'da, sarayın iç bahçesinde bile duymuştu. Kızıl Elma neresiydi? Üvez rengi sırmalı perdenin arkasında nöbet bekleyen Mahmud'u çağırdı:
— Sadrazama söyle, vezirlerle beylerbeyini, kazaskerleri toplasın. Hemen karşıma gelsin!
Dedi.

Yarım saat evvelki büyük Dîvân'dan çıkan vezirler, niçin yine huzura çağırıldıklarını ürkek bir ıstırap ile merak ediyorlardı. Ahmed Paşa'yla Hadım Ali Paşa'nın arkasından kazaskerler, Sokullu Mehmet Paşa, Haydar Paşa, Ayas Paşa, İskender Paşa, gözleri yerlerde otağa girdiler. Birer birer tahtın saçağını öpüp el bağladılar. Padişah, beyaz tülbent sarılı, çifte tuğlu yusufiyesini yine çok öne eğmişti. Kaşları hiç görünmüyordu, yüzü her vakitkinden daha sertti. İnce murassâ direkler üstüne kurulmuş donuk zümrütten bir kubbeyi andıran otağın loş sükûnunu:
— "Kızıl Elma" neresi? İçinizden bilen var mı?
Suali bozdu.
— !
— ?
— !...
— ?..
. . . . . .
Kimse cevap veremedi. Herkes önüne bakıyordu.
Padişah:
— Bunu sormak için sizi çağırdım, dedi, otağımızın etrafında daima bu narayı işitiriz. İşte bakınız. Yine "Kızıl Elma'ya Kızıl Elma'ya..." diye bağırışıyorlar.... Burası neresidir? Binlerce defa ismini işittiğim bu memleketin neresi olduğunu öğrenmek isterim.
Tamışvar fâtihi Ahmet Paşa kekeledi:
— Viyana olsa gerek, padişahım....
Padişah, öteki vezirlere döndü:
— Öyle mi?
— ....
— ....
— ....
Ne "evet" ne "hayır" diyebiliyorlar, önlerine bakıyorlardı. Padişah, orduya getirdiği "kaplan postlu, kurt taçlı, çekirdek mahmuzlu, tekne kalkanlı, tepeden tırnağa kadar demire garkolmuş, elleri kostaniçeli, ak kızıl bayraklı", emsali görülmemiş mükemmel alayı ile iki gün evvel teveccühünü kazanan Rumeli Beylerbeyine sordu:
— Sokullu! Sen söyle, Kızıl Elma neresi?
— "Roma" olsa gerek, padişahım!
— Ne biliyorsun?
— Öyle sanırım.
— Sanmak bilmek değildir...
. . . . . .
Padişah, sırasıyla âlim kazaskerlere de sordu. Kızıl Elma için kimi "Çin", kimi "Maçin" diyordu. Ayas Paşa:
— Hind'dir.
Haydar Paşa:
— Sind'dir!
İskender Paşa:
— Kafdağı'nın arkası olsa gerektir.
Dedi. Büyük padişah, anlamak istediği şeyi kimsenin bilmediğini görünce, canı daha beter sıkıldı. Tahtın koltuklarını asabiyetiyle tuttu. Âdeti olmayan bir hiddetle kazaskerle döndü. Acı acı gülümsedi:
— Yazık sizin ilminize!
— ...
. . . . . .
"Her şeyi biliyoruz!" sanan bu "Horasanî" kavuklu başlar uğradıkları hakaretin altında hafifçe sallandılar. Onlar, her şeyi kabul edebilirlerdi. Lâkin cahilliği? Asla.... Ortalarından, kara sakallı, bastı bacak, şişman bir fakih, bir adım ilerledi. Bu hem en âlimleri, hem en cesurlarıydı:
— Padişahım! dedi, bu "Kızıl Elma", halk kullarının uydurduğu bir efsanedir. Ne aslı vardır, ne faslı... Bir hakikat değildir ki, biz bilelim. Halk ise, padişahım, bilmez söyler.
Zamanın hâkim Süleyman'ı altın koltuğa dayalı elini kaldırdı:
— "Halkın dediği! Hakkın dediği!"
— ...
Bodur kazasker, bu sözden bir şey anlamadı.
Padişah devam etti:
— Bu bir hakikattir! Mademki halk söylüyor; halktan gelen ses, Hakk'ın sesidir! Ona efsane denmez. Mutlaka bir aslı vardır. Fakat siz bilmiyorsunuz....
— Ne şeriatta ne ilimde böyle bir isim yoktur ki, müsemmâsı olsun...
— Ne şeriatta ne ilimde böyle bir isim yok diyorsun....
— Evet padişahım.
— Lâkin örfte yok mu?
— ...
Fakih düşündü. Önüne baktı. "Yok!" diyecekti. Fakat, işte sefer eğlentisi yapmaya başlayan büyük ordunun velvelesi içinde "Kızıl Elma'ya" naraları birbiri arkasına çakan şimşekler gibi gürlüyordu. Asker yalnız sefere gideceği, muharebeye gireceği zaman değil, hatta şımardığı, isyan ettiği vakitlerde bile bu narayı savurmuyor muydu? Bu daima taşan, kabaran, coşan bir kuvvetin ne olduğu bilinmeyen bir gayesi idi. Daha medresede minimini bir çömezken sipahi, yeniçeri bölüklerinin bu narayı bastıklarını işitirdi. Bunu iyice hatırlıyordu. Ama, aslının ne olduğunu merak edip öğrenmemiş, okuduğu metinlerde bu isme dair bir şeye rastgelmemişti. Yutkundu. Önünde bağlı duran ellerini sıktı. Artık "Kızıl Elma örfte yoktur" diyemezdi. Çünkü... İşte.... Duyuyordu!
— Var padişahım!
Dedi.
— Öyleyse müsemmâsı da var.
— ...
Fakih sustu. Kızardı. Bir adım geriledi. Yine önüne baktı. Örfün hakikatini şeriat da tasdik etmiyor muydu? Padişah, bunu bilen fâzıllardandı. Karşısında safsataya imkan yoktu. Öbür kazaskerler arkadaşlarının mağlubiyetine bakarak, ağız açmadıklarına için için seviniyorlar, "Sükût sözden hayırlıdır!" hikmetini hatırlıyorlardı. Padişah yine acı acı güldü:
— Dünya ne tuhaftır! dedi. Siz işte bu halkın başlarısınız. Bu halkı idare edersiniz. Halbuki onun istediği şeyin ne olduğunu bilmezsiniz..
— !...
— .....
— .....
— .....
. . . . . . .
Lâkin hâkim padişah, kahraman, ârif, fâzıl, şâir olduğu kadar da insaflıydı! Her şeyi evvela kendi nefsinde muhakeme eder; her hükmü, her kararı vermezden evvel bir kere kendi vicdanından geçirirdi. Huzurundaki kulları sualine bir cevap bulamamaktan kıvranırlarken, o da sıkıldı. "Derûnî lisanla" kendi kendine sordu:
"Ey Süleyman! Bunlara sorduğun şeyin ne olduğunu acaba kendin bilir misin?"
"Bilmem ama.."
"Ama?"
"...Sezerim!"
Azıcık ferahladı. Sezdiğini düşünmeye başladı. Bu, tabiatın, ilmin, irfanın ötesinde bir hakikattı. Evet, işte "Kızıl Elma", ne olduğunu sanki biliyor, fakat söyleyemiyordu. Halbuki bu vezirler, kazaskerler, beylerbeyleri.... Hayır, hiçbir şey sezmiyorlardı. Birisinin lafı ötekininkine uymuyordu. Kimi Çin, kimi Hind, kimi Sind, kimi Viyana, kimi Roma diyordu. Kızıl Elma bunların hiçbiri değildi! İçinden:
"Belki hepsinden daha kıymetli bir yer!"
Dedi. Sonra, utançlarından kızaran kullarına sordu:
— Kızıl Elma'nın neresi olduğunu kimden öğrenebiliriz?
— ....
. . . . .
Herkes önüne bakıyor, yanlış bir şey söylememek için kimse ağzını açmıyordu. Yalnız İskender Paşa:
— Padişahım! dedi, kazasker kullarının ilimleri kitaptandır! Vezir kullarınla, biz kölelerine gelince... Öyle derin âlimlerden değiliz! İşte ne kadar bilgisiz olduğumuz sual-i hümâyûnunuzla meydana çıktı. "Bin âlimin bilmediğini bir ârif bilir" derler. İrade buyurun. Bir ârif bulalım. Ona sorun.
— Ârif kimdir?
— Bilmeyip sezen, padişahım...
. . . . .
Sonra İskender Paşa, saf bir askerin basit mantığı ile "Kızıl Elma, Kızıl Elma!" diyen halkın mutlaka bir şey murad ettiğini, kuşların ötüşünde bile kendi dillerince bir mânâ olduğunu söyledi. Kısa boylu, inatçı kazasker, halkın ne söylediğini, ne istediğini asla bilemeyeceğini tekrar iddia etti. Padişah, İskender Paşa'ya, çıkıp gizlice ordunun içine girmesini, nümâyiş alayında bağıranlardan rasgele üç kişi tutup huzuruna getirmesini irade etti. İskender Paşa çıkınca padişah kazaskerlere örfe dair ayrı ayrı sualler sormaya başladı. Vezirlerle beylerbeyleri, anlamadan, dinliyorlardı.

İskender Paşa, biraz sonra, otağa girdi:
— Üç kişi tuttum, padişahım!
Dedi.
— Evvela bir tanesini getir bakalım.
. . . . .
İskender Paşa, otağın mehâbetinde ürkerek sapsarı kesilmiş, başında perîşânîsi dağılmış, tirtir titreyen bir adamı soktu. Bu, uzun boylu, pala bıyıklı, kuvvetli bir garipti. Orduda ayakkabıcılığı yapan serserilerden biriydi. Otağ kapısının dışındaki kapıcıların öğrettikleri gibi, tahta doğru gitti. Yeri öptü. Ayağa kalkmadı. Kolları göğsünde bağlı, dizüstü kaldı. Padişah sordu:
— "Kızıl Elma, Kızıl Elma" dersiniz, bu, neresi?
. . . . . Garip, işledim sandığı cürümden beraat için:
— Herkes bağırır, padişahım. Ben de bağırdım, dedi.
— Neye bağırdığını sormam. Kızıl Elma neresidir? Onu söyle!
Garip tereddüt etmedi:
— Padişahımızın bizi götüreceği yer!
Dedi.
— Orası neresi?
— Padişahımız bilir.
. . . . . .
Padişah, İskender Paşa'ya döndü:
— İkincisini getir bakalım!
Dedi.
Dizüstü duran garip, vezirlerin işaretiyle kalktı. Geri geri gitti. Perdenin yanında dikildi. Bu sefer huzura getirilen, tıknaz, esmer, beyaz keçeli, afacan bir yeniçeri neferiydi. Serbestçe yürüdü. Saçağı öptü. Kalktı, el bağladı. Padişahın "Kızıl Elma neresi?" sualine, düşünmeden:
— Önümüze düşüp bizi götüreceğin yer... Padişahım! cevabını verdi.
— Orası neresi?
— Sen bilirsin padişahım!
. . . . .
İskender Paşa üçüncüyü huzura soktu. Bu, geniş omuzlarına batarasının uçları düşen genç bir bostancıydı.
— !..
— Kızıl Elma neresi?
— Atınızın gittiği yer... Padişahım!
— Orası neresi?
— Neresi olduğunu ancak padişahım bilir...
. . . . .
Evet... Orası ne Hind ne Sind, ne Çin ne Maçin, ne Viyana, ne de Romaydı. Padişah, huzurundakilere:
— Gördünüz ya, dedi, üçünün de cevabında bir fark yok. Hakikat bir! "Kızıl Elma" benim gitmek istediğim yer, işte... Hakk'ın beni göndereceği yer...
. . . . . .
Doğruyu söyleyen bu üç kişiye hemen üçer yüz kese akçe ihsan etti. Artık "Kızıl Elma'ya, Kızıl Elma'ya" naraları çoğalıyor, taşıyor, daha ziyâde yaklaşıyordu. Padişah, birdenbire, Hakk'ın kendini göndereceği yeri düşündü. Nihayeti bulunmaz Hak yolunun, hakikat yolunun gittiği "Kızıl Elma" denen bu cennet karşısında, Viyana, Roma, Hind, Sind, Çin, Maçin birtakım fâni harabelerden başka bir şey miydi? Başını salladı. Arkasına dayandı. İri siyah gözlerini ufalttı. İlahî, manevi bir zevke varmış gibiydi! Müdebbir vezirlerinin, âlim kazaskerlerinin, kahraman beylerbeylerinin tekrar saçak öpüp çıkışlarını görmedi bile... Otağın kapısında, onlar da şimdiye kadar asla ulviyetinin, mehâbetinin farkında olmadıkları muazzam bir manzara karşısında donup kaldılar; sefer eğlentisi yapan yüz binlerce asker, kol kol olmuş, cirit oynayarak, kaynaşarak otağ etrafında geniş bir daire çeviriyorlar:
— Kızıl Elma'ya...
— Kızıl Elma'ya...
Naralarıyla, sanki hayalin eremeyeceği derecede yüksek, pek yüksek bir arşa doğru... Kalkanlardan kanatlarıyla uçmaya hazırlanıyorlardı!

Ömer Seyfettin, Yeni Mecmua, 29 Kasım 1917, sene 1, sayı 21




6 Kasım 2017 Pazartesi

DİL MESELEMİZ

"İdeoloji ve siyaset birbirinden farklı iki alandır. İkisinin birbirine karıştırıldığı ya da birinin diğerinin yerine konup o şekilde yazılıp çizildiği sıkça görülmekle birlikte ikisi arasında fazla bir yakınlık yoktur. Her ideolojik grup kendi içinde bir dil geliştirir. Bu şekilde bir aidiyet duygusuyla birlikte duygu birlikteliği de yaratılır."

Yazının tamamını okumak için: http://www.sabithaber.com/dil-meselemiz-7002/

16 Ekim 2017 Pazartesi

PSEUDO-HİSTORİANLARA YASAL UYARI!

Son zamanlarda ortalıkta dolaşan ve içeriğinden dolayı düpedüz kendilerini ihbar eden bir "haber"e istinaden, işi bilen-bilmeyen pek çok kişi o linki paylaştı. İnternet sitesindeki bahse konu yazıda ismi geçen isimler hakkında yarın-öbür gün Kültür Varlıkları Kanunu'nun aşağıya eklediğim maddelerine istinaden dava açılırsa şaşırmayacağım. Öbür taraftan aynı yazı içinde, ülkenin en önemli arkeoloji kurumlarından birisine atılan desteksiz iftiralar da var ki bunu ilgili kurumun cevaplaması yerinde olacaktır.

"Taşınır ve taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarını bulanlar, malik oldukları veya kullandıkları arazinin
içinde kültür ve tabiat varlığı bulunduğunu bilenler veya yeni haberdar olan malik ve zilyetler, bunu en geç üç gün içinde, en yakın müze müdürlüğüne veya köyde muhtara veya diğer yerlerde mülki idare amirlerine bildirmeye mecburdurlar.

Bu gibi varlıklar, askeri garnizonlar ve yasak bölgeler içinde bulunursa, usulüne uygun olarak üst komutanlıklara bildirilir.

Böyle bir ihbarı alan muhtar, mülki amir veya bu gibi varlıklardan doğrudan doğruya haberdar olan ilgili makamlar, bunların muhafaza ve güvenlikleri için gerekli tedbirleri alırlar. Muhtar, aynı gün alınan tedbirlerle birlikte durumu en yakın mülki amire; mülki amir ve diğer makamlar ise on gün içinde, yazı ile Kültür ve Turizm Bakanlığına ve en yakın müze müdürlüğüne bildirir.

İhbar alan Bakanlık ve müze müdürü bu Kanun hükümlerine göre, en kısa zamanda gerekli işlemleri yapar. " (2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, Madde: 4)

"Kültür ve tabiat varlıklarını yasal süre içerisinde mazereti olmaksızın bildirmeyen ve bilerek aykırı hareket eden kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
Yasal sürelerde ilgili makamlara bildirilmeyen tarihi eserleri satışa sunan, satan, veren, satın alan, kabul eden kişi iki yıldan beş yıla kadar hapis ve beş bin güne kadar para cezası ile cezalandırılır."

http://www.kulturvarliklari.gov.tr/TR,110024/s-s-s.html

14 Ağustos 2017 Pazartesi

TANITIM BÜLTENİ

"Big-Bang'in Türklüğü"

Seksolog, ilahiyatçı, emekli resim öğretmeni, baytar, ev hanımı, hindicilik ve tavukçuluk uzmanı, piyanist, elektrik mühendisi, emekli müzik öğretmeni, inşaat yüksek mühendisleri gibi her biri kendi alanında uzman(!) büyük bir pseudo-historian ekip tarafından yaklaşık 2 günde hazırlanan (1 günü yol) bu muhteşem "şey" İşkenbe-i Kübra Yayınlarından yayınlanacak olup 30 Şubat 2018 Dünya Pseudo-Historianlar Gününde seçkin tekel bayileri ve aktarlarda piyasaya sunulacaktır!






7 Ağustos 2017 Pazartesi

KÜÇÜK BİR TESBİT!

Sosyal medya profillerinde Nazım Hikmet-Vera aşkından sitayişle bahseden pseudo-historian kadının Türkçü diye pazarlandığı mecra: Twitter!

İdeolojiler gelenekselcidir. 20 yıldır Türkçü camianın içindeyim. İsmini duymadığım tipler kendilerine "Türkçü" diyor. 5-10 sahte hesap da bu yeni model Türkçü(!) tiplerin propagandasını yapıyor. Bunların bir diğer özelliğiyse her fırsatta Atsız'a sallamaları. İçlerinden bir başka pseudo-historian kadın geçen 3 Mayıs'ta içinde bolca  Atatürk ve Cumhuriyet geçen, ancak ne hikmetse Atsız'ın olmadığı bir Türkçüler Günü yazısı yazmıştı. "3 Mayıs'ta Atatürk'ün adını niye anmıyorsunuz karşı devrimciler" diyeni de gördüm, 
"Atsız ata diye bir fetöcünün peşinden gidiyorlar" yazanı da. Bunları yazanlar bir de toplumun geri kalanını cahillikle suçlamıyor mu? Offf




30 Temmuz 2017 Pazar

TÜRK BÜYÜKLERİNE SAYGI (ATSIZ)

Bir milletin kendi büyüklerine saygı göstermesi de millet olmanın büyük vasıflarından biridir. Büyükler, tarih dersi kitaplarında dile getirilmekle başlayan, anıt ve heykelleri dikilmek, anma günleri yapılmak suretiyle devam eden vefakârlıklarla saygı görür. Daha ilkokul çağındaki çocuk, tarih kitabında okuduğu büyüğü görerek yüreğinde ona karşı yakınlık duyar; bu yakınlıktan doğan sevgi, o büyüğün milletine kadar uzanarak çocukta önce millet sevgisini, sonra o büyüğe benzemek duygusunu, daha sonra da millete hizmet etmek ihtirasını uyandırır. Bu bir sosyal taklit kanunudur.

Bir çocukta millî duygu böylece alevlendi mi, ülke iyi bir vatandaş kazandı demektir. O çocuk bir büyüğün anıtını gördükçe, onun anma günlerini yaşadıkça büyüklere saygı onda perçinleşir. Büyüklere saygı duymak da bir insanlık vasfıdır. Hayvan veya hayvanlaşmış insanda bu vasıf bulunmaz. 

Türkiye'de Cumhuriyet'ten beri, rast gele de olsa, bu saygıya başlandığını gösteren anmalar yapılmış, hele son yıllarda anma törenleri çoğalmıştır. Fakat biz bu çoğalmada övünecek ve sevinecek bir yön göremiyoruz. Çünkü bu anmalar bilgisizliğin, şuursuzluğun delili, gösterişin alâmeti olmaktan ileri gidememektedir.

Bizim bildiğimize göre iki yıldır, Anadolu'yu Türkleştirmeye başlayan bir Seyid Battal Gazi töreni yapılmaktadır. Halbuki tarihteki Abdullah Battal bir Arap kumandanıdır.

Yine iki yıldır "Ahi Evren" töreni yapılmaktadır. Geçen yılki törende bu adamın adı "Ahi Evren" iken bu yıl "Ahî Evran" olmuştur. Belki her yıl bir hecesi düzeltilerek "Ahi Evren" haline gelecektir ama zavallıyı Türkiye'de sendikacılığın ve kooperatifçiliğin kurucusu diye anmak bilgisizlikten de ileri bir lâubalîliktir. Böyle önüne gelen hevesli, aklına esen bir Türk'ü veya Türk sandığı şunu bunu ele alarak ona istediği vasfı yakıştıracaksa mesele büyükleri veya ünlüleri anmaktan çıkıp maskaralık haline gelir.

Türkiye'de yapılan ciddî törenlerin biri eski geleneği olan Ertuğrul Gazi'yi anma töreniydi. Geçen yılın törenine katılan bir gençten Ertuğrul türbesi yanma 16 Türk büyüğünün büstlerinin dikildiğini dinlemiş ve tabii sevinmiştim.

Fakat bu yıl yapılan törene ait haberlerde, büstü dikilen büyüklerin resimlerini görünce büyük hayal kırıklığına uğradım. 11 Eylül 1972 tarihli Hürriyet gazetesinden öğrendiğimize göre bu işe Söğüt Kaymakamı Burhan Ten ile Belediye Başkanı Yaşar Ersoy önayak olmuşlar, büstleri ünlü mimar ve heykeltıraşlara yaptırmışlar.

Eski çağlarda yaşamış insanların resim veya heykelleri nasıl yapılır? Eğer zamanında yapılmış bir minyatürü varsa esas olarak o alınır, yoksa o büyükle çağdaş ve tercihen onu bizzat görmüş tarihçilerin verdiği bilgiye göre hareket edilîr.

Bunlar yoksa o büyüğün heykeli temsilî mahiyette olacak demektir. Fakat temsilî olacak demek heykeltıraşın keyfine göre olacak demek değildir. O büyüğün yaşadığı zamanın giyim kuşamı hakkında elde mevcut bilgiler esas alınacak ve ondan sonrasını heykeltıraşın kendisi yaratacak demektir. Fakat bunu yaratacak heykeltıraşın millî ruh ve kültürle yetişmiş olması birinci şarttır.

Hürriyet gazetesinde bu büyüklerden 5 tanesinin büstünün resmi var.

En eskileri olan 'Mete" bıyıksız ve sakalsız, saçları bugünkü Hippilere çalar şekilde enseye doğru uzun ve tarakla soldan sağa ayrılmış, eski Yunan heykelleri tipinde bir adamdır. Bunu, Holivut'un artistlerinden birinin heykelidir diye kime gösterseniz inanır ama Türk tarihi hakkında ufak bir bilgisi olanlar, onun Mete'yi temsil ettiğini öğrenince ya güler, ya da kızarlar.

Zaman bakımından ikinci olan Atilla ise gür bıyıklı ve gür sakallı bir Aryânî tipidir. Hele başlığı 15. Asra ait Osmanlı tipinde sarıklı bir başlıktır. Atilla’yı görmüş olanlar kısaca boylu, buğday renkli, iri başlı ve gülmez yüzlü olduğunu yazar. Bu büstte tek başarılı taraf onun gülmez yüzlülüğünün belirtilmesi olmuştur ama zaten şimdiye kadar gelip geçen Türk devlet başkanları arasında, İsmet İnönü müstesna, vara yoğa gülen kimseye rastlanmamıştır.

Zaman bakımından "üçüncü" olan Cengiz Han, mahzun bakışlı, iri gözlü, başında acayip bir tulga bulunan bir şahıs olarak tasvir olunmuştur. Cengiz'iri uzun boylu, ak tenli, çakır gözlü ve kumral sakallı olduğu bilinmektedir. Gerek onun, gerekse Atilla ile Mete'nin çekik gözlü olarak yapılması gerekirken eski Türk'lerin "sığır gözü" tabir ettiği iri gözlü kimseler olarak yapılması büyük bir hatâdır.

Dördüncü büst Ertuğrul Gazi'ye aittir. Tarihlerde onun tipine ait hiçbir bilgi, yoktur. Bildiğimiz tek şey ömrü boyunca börk giydiğidir. Büstte ise onun başına kocaman bir kavuk giydirilmiştir. Bu kavuk 16-17. yüzyıllara ait gösterişli Osmanlı kavuklarına çok benzemektedir.

Fatih'e ait beşinci büst bile başarısızdır. Fatih'in İtalyan ressama yaptırdığı resmi bugün herkes tarafından bilinmektedir. Yalnız ona bakarak büyük hakana çok benzeyen bir büstü yapılabilirdi. Bunun dahi yapılmayışı ünlü mimar ve heykeltıraşların başarısızlığını ortaya koymuştur.

Hürriyet gazetesinin verdiği bilgiden öğreniyoruz ki 16 büst, devlet kurmuş olan 16 Türk Büyüğüne aitmiş. Son zamanlarda ortaya atılan ve birkaç yıl önce bunun için bir de takvim çıkarılan uydurma 16 Büyük Türk Devleti Masalı.. Öyle anlaşılıyor ki kaymakamla belediye başkanı bu takvimin tesirinde kalarak işe girişmişler, fakat yanlış takvime körü körüne inandıkları için bu millî iyi niyetleri başarısızlıkla değil de bozgunla sona ermiştir. Bu kadar mühim ve güzel bir teşebbüse girerken bu işi bilenlere danışsalardı cidden şahane bir eser meydana getirmiş ve milletin ebedî şükranına hak kazanmış olacaklardı. Fakat, ne kadar yazık, eserler baştanbaşa yanlıştır. Top yekûn yıkılıp yeniden yapılması lâzımdır.

Bir büyük yanlış da burada büstü olan 16 kişinin, 16 devlet kurucusu olarak gösterilmesidir. Meselâ Selçuk Bey, Selçuklu İmparatorluğunu, Ertuğrul Bey, Osmanlı İmparatorluğunu, Bilge Kağan, Uygur Kağanlığını kurmuşlar..

Selçuk Bey (doğrusu "Selçuk Subaşı"), o zamanki asıl Türk Devletinin yani Karahanlı Devleti’nin veya asıl devletten kopmuş olan Batı'daki Hazar Devleti'nin bir kumandanı idi. Selçuklu Devletini torunları Çağrı ve Tuğrul beyler kurdu.

Ertuğrul Bey, hattâ onun oğlu olup devlete adını veren Osman Bey de devlet kurucusu değildir. Bu ikisi Batı Türk Hakanlığı'nın yani İlhanlılar'ın Uç Beyleri idiler.

Bilge Kağan ise Uygur değil, Gök Türk'tü.

Bir de bütün büyüklere "Han" veya "Kaan" unvanı verilmesi de yanlıştır.

"Mete’nin unvanı "yabgu", "Bumun"un (Bumin değil) "kağan", 'Temir" ve 'Ertuğrul’un "bey" ancak "Cengiz"inki "Kaan" dır.

Bu isim yanlışlarını gazetecinin yapmış olması mümkündür ama büstlerin fotoğrafları yanılmaz belgelerdir. Hazin belgeler...

16 büst arasında Atatürk'ün büstü de var ve galiba sahibine en çok benzeyen de bu. Atatürk'ün büstü bize, İstanbul Üniversitesi Merkez Binası'nın bahçesindeki Atatürk heykelini hatırlattı. Görenlerin bildiği gibi heykel erkek ve kız iki üniversiteli Öğrencinin ortasında Atatürk'ü göstermektedir. İşin garibi öğrencilerin atlet kılığında, Atatürk'ün ise entarili olarak tasvir edilmiş olmasıdır. Her şeyden önce bir asker olan Atatürk'ü gecelik denecek çirkin bir kılıkla, eski Asurî ve İran hükümdar rölyeflerindeki şekillere benzeyen biçimde canlandırmak hem Türk milletine, hem de onun hâtırasına saygısızlıktır. Bunu bir zamanın Talebe Derneği İdare Heyeti'nin yaptırdığı söyleniyor. Üniversite öğrencisi deyince akla atlet veya atlet kılıklı gençler gelmez. Atatürk diyince de ya kumandan, ya da sivil elbiseli devlet adamı gelir. Hakikat bu iken atletli, entarili heykelleri oraya dikmekteki sebep nedir? En hafifi: Düşüncesizlik. Rektörlüğün dikkatini çekerim: O çirkin heykeli indirsin.

Türkiye'nin türlü yerlerindeki anıt ve heykeller arasında yozlaşmış sanat zevkinin mahsulü olanlar da var. Bir tanesi Afyon'daki Zafer Anıtı'dır. Türklüğün tarihinde dönüm noktası olan bir zafer, iki çıplak King-kong'la mı temsil edilecekti. Bu zaferin büyüklüğünü, hattâ Yunan'ı rezil etmeden, daha başarılı şekilde ele alacak bir üslûp, bunu Türk soyuna armağan edecek bir sanatkâr bulunmaz mıydı?

Bunlarla ilgilenecek makamın Millî Eğitim Bakanlığı olması gerekir sanıyorum. Orada Anıtlar Komisyonu, Güzel Sanatlar genel Müdürlüğü falan gibi bir takım kuruluşlar var. Bunlar ne yapar? Bu kayıtsızlıklar yüzünden İstanbul Fethi'nin 500. Malazgirt Zaferi'nin 900. yıllarını çok sönük bir şekilde kutladık. Halbuki bunlar milleti ruhlandıracak törenlerdir. Bunlar millî savunmanın da birer unsuru idi. Hattâ bunlar anayasaya kadar girecek hayatî maddelerdi. Evet! Anayasa... Çünkü anayasa, bazı art niyetli hainlerin bangır bangır bağırdıkları gibi grev, genel grev vesairenin cirit atacağı bir eser olmadan önce millî ruhun dile geldiği bir anıt olmak mecburiyetindedir. Bu bakımdan oraya işçi ve patrondan önce bu milleti yaratan büyüklerin ve o büyüklere yapılacak saygının girmesi gerekmektedir,

ÖTÜKEN, Eylül 1972, Sayı: 105