9 Kasım 2015 Pazartesi

"ATATÜRK TARİHÇİ DEĞİLDİ!"

Başları her sıkıştığında "ama Atatürk'ün tarihi" diyen, Avrasyacılık (ya da bazısı Amerikancılık) değirmenine su taşıdıkları halde "Türkçü" olduklarını iddia edebilen uydurmacı pseudo-historian taifeye gelsin...

"SIKIYÖNETİMLE TANIŞIYORUM
Şu sıkıyönetim deyimi cidden hoşuma gider. İdarei örfiye ve sonra örfi idare pek de bir mana ifade etmiyordu. “Örfi İdare” yerine “Keyfi İdare” deseler daha doğru ederlerdi. Halbuki sıkıyönetimde enerjik ve sert bir anlam var... Halk Partisi mekanizması içinde sıkıyönetim gibi güzel bir icat yapacak bir kimsenin bulunması gerçekten aklın almıyacağı bir nesne, adeta bir harika... Fakat doğrusuna bakarsanız bu sıkıyönetim, aslında bir gevşek yönetmesizlikten başka bir şey değildi. Birinci ve ikinci sıkıyönetim komutanları olan Korgeneral Ali Rıza Artunkal ve Orgeneral Sabit Noyan’ın ikisiyle de şerefyap oldum; ikisinden de hoşlanmadım. Münasebetlerimiz düşmanca olduğu için hoşlanmadım sanmayın. İnsanın hoşlanmıyacağı dostları olduğu gibi hoşlandığı düşmanları da vardır. Mesela ben, Falif Rıfkı’nın bir yazısında “Biz Türkçüler...” diye bir ibaresini görünce gülmekten harap olmuş ve Falih Rıfkı’dan hoşlanmıştım. Hasan Âli ile bir saat beraber bulunmak ise sizi temin ederim ki Muammer Karaca’ya gitmekle eşittir. Peki, şimdi ben bu ikisinden hoşlanmakla onların dostu mu oldum? Ne gezer!... Osmanlıya göre Moskof neyse bana göre de bazıları o... Artunkal da beni güldürmüştü. Ama yalnız güldürmekle de hoşlanılmıyor işte... Neyse biz tanışmamızın hikayesine gelelim: Bir gün Halk Partisinin Arnavutlarından biri bana kendi gazetesinde bir yaylım ateş açtı, açara... Arnavut bu, kabadayıdır! İşin ultra komiksel tarafı, bu Arnavudun bana karşı Türk milliyetçiliğini, Türklüğü müdafaa etmesiydi. Sebep de malum: Ben yine şu mahut tarih kitabına ilişmiştim. Amatör çok... Ne kadar beşeri muzahrafat varsa hep birden aynı varakparede ulumağa başladılar. Çomar ve çakal seslerinden mürekkep bir sekizinci senfoni... Sıkıyönetim komutanına düşen, İşkiptar’ı çağırıp: “Neyine gerek senin tarih meselesi. Git işkembe çorbası, ciğer tavası ile uğraş more!” demekti. Ama bizim Filibeli Rıza, yani General Ali Rıza Artunkal öyle yapmadı; sivil polis vasıtasiyle beni çağırttı. Sivil polisin de telaşı malum... Bu haberi bana iletecek olan memur gece geç vakit gelerek bizim kaleyi, yani Maltepe’deki evi kuşattı. Ben de karşılık tedbir almakta gecikmedim. Karanlıkta birbirimizi gözetledik. Bir defa huruç hareketi yaptım. Düşman ricat etti. Fakat pusuya düşmemek için takibe girişmedim. Kaleye çekildim. Düşman da biraz gerileyerek o geceyi Maltepe karakolunda geçirdi. Doğrusu iki tarafın da haber alma servisleri mükemmel işliyordu. O zaman ben Halk Partisi devletine karşı müstakil bir devlettim. Almanların Balkanlara indiği ve Türkiye’ye saldırmalarına muhakkak diye bakıldığı bir zamanda benim hazırlık yaptığımı ve ilk çağrılışta sırtıma geçireceğim bir çantaya iğne ipliğe kadar her şeyi doldurduğumu gören zevcem: “Hani sen müstakil bir devlettin? Türkiye’nin girişeceği savaştan sana ne?” diye sormuş, ben de: “Türkiye’nin müttefiki olarak harbe katılacağım!” cevabını vermiştim Adama kırk gün deli deseler deli olurmuş; müstakil devlet olduğunu kırk ay söyleyene şakadan da olsa inanılır. Bir gün Boğaziçi Lisesinden çıkıp Köprüye giden tramvaya bindiğim zaman birisi nazikane selam vererek: -“Müstakil bir devletin yeri olmalıdır. Diye yerini bana bıraktı. Bu, Allah selamet versin, aynı lisesin müdür yardımcılarından ve edebiyat öğretmenlerinden nükteci bir arkadaş olan Enver’di. Đşte bu müstakil devleti, Halk Partisinin sıkıyönetimi görüşmeğe çağırıyor, sivil polisi bu işe memur ediyordu. Sivil polislerin doğru söylemiyerek kandırarak iş gördükleri bir hakikat... Bunu taktik olarak yapıyorlar. Edirne meselesi yüzünden birinci şubede sabahladığım gece, o gün tevkif yapan memurların birbirlerine anlattıklarından hep ayını taktiği kullandıklarını öğrenmiştim. Mesela biri, Emniyet Müdürlüğüne getirilmesi gereken adamın evine sabahleyin erkenden gitmiş, kapıyı açan hizmetçiye: “Arkadaşıyım, mühim bir şey söyliyeceğim, uyandırın!” demiş... Be mübarek! Doğruyu söylesen günaha mı girersin? Polis olduğunu söylersen, öteki damdan falan, kaçar mı? Doğrusu şu ki, Halk Partisi polisiyle bir defa temas edenin polise ve dolayısıyla resmi makamlara güveni kalmıyordu. Sicili, sabıkalı hırsıyla aydın bir insana yapılacak muameleyi birbirine karıştıran polis, böylelikle hükümetin milletle arasını soğuttuğunun farkına bile varmıyordu. Bana haber vermeğe gelen polis de sıkılmasa, ertesi günü sıkıyönetim komutanlığına götürmek için beni o geceden tevkife kalkabilirdi. Ertesi sabah erken kapı çalındı. Zaten bekliyordum. Gideceğim treni kendisine söyledim. Ben trene binerken o da başka bir vagona atlıyordu. Vatandaş, polisi, daima koruyucu bir kuvvet olarak görmelidir. Halbuki daima bir baskı kuvveti olarak görmeğe alışmıştı. Bu psikolojik noktayı Halk Partisi asla anlamadı. Zaten neyi anladı ki? Sıkıyönetim komutanı Korgeneral Ali Rıza Artunkal’ın karşısına çıktım. Yanında kurmay başkanı bir yarbayla bir de binbaşı vardı. Beni nezaketle karşıladı. Önce hal ve hatır sordu. Fakat nezaketinin zorlama olduğu belliydi. Çünkü “siz” diye başlayıp “sen” diye bitiriyordu. Bir aralık söz benim “Dalkavuklar Gecesi” romanıma geldi ve sayın komutan şu şahane sözlerle beni cidden habtetti: “Sen kendini kurnaz sanıyorsun ama biz senden daha kurnazız. Romandaki şahıs isimleri ters okunduğu zaman hakiki birer isim çıktığını anlamadık mı sanıyorsun?” İşte, benim bütün gizli maksadımı aydınlığa çıkaran ışıldak bir zeka karşısındaydım. Derhal Yusuf Ziya Ortaç’ın başından geçen bir vak’ayı hatırladım: Yusuf Ziya, iki yerli komünist için “Marks’ın piçleri” diye bir yazı yazmış; generalde kendisini çağırarak: “Herkesin babasını böyle işlere karıştırma” diye öğüt vermiş... Anlaşılıyordu ki sıkıyönetim komutanı olan bu kurmay general ömründe “Marks” diye bir şey duymamış, bunu hakikaten o iki herifin öz babası sanmış... General benimle konuşup bilgiçlik satmağa başlayınca ben de Nizâm-ı Âlem tayfasından olduğumu hatırladım. Vazifemiz ilkokul çocuğundan devlet başkanına kadar eksiklü, yazıklu kim görürsen düzeltmek, nizama sokmaktı. Generali de ıslaha kalktım. Ama fazla bir şey yaptım sanmayın. Sadece tarihten, tarih metodundan bahsettim. Komutan, Hititler çağına ait tarihi ve Volter’vâri bir roman olan “Dalkavuklar Gecesi” nereden aldığımı soruyordu. Buyrun da laf anlatın bakalım! Tarihle tarihi roman hakkında bilimsel bir nutuk çekmeğe mecbur oldum. Benim özenerek verdiğim konferansa karşı: “Atatürk’ün tarihinde senin yazdıkların yok!” diye cevap vermez mi? Atatürk’ün tarihi dediği şey, vaktiyle liselerde okutulan, baştanbaşa yanlış olduğu meydana çıktığı için sonradan bırakılan mahut dört ciltlik tarihti. İlk Cumhurbaşkanı emriyle yazıldığı için ona izafe olunması adet hükmüne girmişti. Birdenbire, tarih hakkında en iptidai fikri bulunmıyan birisiyle karşı karşıya olduğumu anladım ve işi kökünden kestirip atmak için: “Atatürk tarihçi değildi.” Diye cevap verdim. Tabiî bu söz generale göre küstahlıktı. Gözleri faltaşı gibi açılarak: “Atatürk senin bildiğinin on misli tarih bilirdi!” dedi. General bu sözüyle beni Atatürk’e rakip durumuna sokmuştu. Fakat durum Atatürk’le bir tarih imtihanına girmeme elverişli değildi. Sözün gelişi imtihana girsek bile o bana Miken medeniyetini, bende ona Kür Şad ve Yabgu Çiçi’yi soracaktım. Anlaşamıyacaktık. Bundan başka, tarih alanında da olsa Atatürk’le rakip olmak, yani kendisini onunla eşit tutmak akıllara durgunluk verecek bir işti. Atatürk, İngilterenin desteklediği Yunanlılara karşı Türkiye’nin bağımsızlığını kurmuştu. Ya ben? Bununla beraber ben de daha az bir şey yapmış değildim: Hasan Âli ile Falih Rıfkı’nın desteklediği İsmet İnönü’ye karşı kendimi korumuştum. Hangisinin daha güçlü olduğunu okuyucular takdir etsin... Sayın general, “Atatürk senin bildiğinin on misli tarih bilirdi” deyince gülümseyerek sustum. Ben susunca o açıldı. Beni tarihten imtihan etmeğe başladı. Cevap verdim keyiflendi: -“Sen benim bildiğimin yarısı kadar da tarih bilmiyorsun be!” Dedi. Yine gülümsedim; cür’eti arttı: “Ne eserlerin var? “Eserlerimin listesi elinizdeki kitabın arkasında yazılıdır.” Elinde “Dalkavuklar Gecesi” vardı. Çevirdi ve ilk eseri okudu: -“Sartbaşına Cevap” Sordu: -“Bu, İzmir’de harabeleri olan Sart mı? Küçük dilimi yutuyordum... Sayın general benim bildiğimin iki misli tarih bildiğini bu soru ile cidden bana isbat etmişti. Kitabın adından olsun bunun bir şehir harabesi olamıyacağını, bir harabeye cevap verilemiyeceğini anlayamıyordu. Bu adam nasıl korgeneral olmuştu, yarabbi nasıl? Bu sefer yalnız gülümsemekle yetinmedim. Güldüm. Sartbaşının kim olduğunu anlattım. O zaman lafı değiştirdi. -“Müstait bir gence benziyorsun! (eliyle kalın bir dosya göstererek) Dosyanı inceledim. Irkçılık yapıyorsun! Siyasi faaliyeti bırak! İlimle meşgul ol! Memlekette kendi aleyhinde cereyan uyandırma! Sonra kanun seni himaye edemez” Sayın general beni tehdit ediyor, yani Türkçesi: “Sonra seni linç ederler, karışmam ha” diyordu. O dakikada ve sıkıyönetim komutanının odasında hayatım emniyette olduğu için zihnim ve gözlerim dosyaya takıldı. Şişman bir dosyaydı. Kimbilir içinde benim için ne methiyeler vardı: Irkçı, Turancı, faşist, serkeş, menfi, bozguncu falan filan... Tabii bunların arkasından da daha başka günahlar; İki defa evlenmiştir, Reşit Galibe telgraf çekmiştir, evinde Hitlerin resmi vardır, saçlarını Hitler gibi tarar ve başkaları... -“Paşa hazretleri! O dosya okuyup yazması bile tam olmayan polislerin verdiği raporlarla meydana gelmiştir. Benim hakkımda doğru bilgiler ihtiva ettiğini sanmıyorum.” Başını salladı. Bütün esrara vâkıf insanların gülümseyişiyle gülümsedi: -“Doğrudur, doğrudur” dedi. Eh madem ki o doğrudur dedi elbette doğru olacaktı. Cumhuriyet ordusunun muvazzaf korgeneralinin dediği doğru olmayıp da yedek erinin sözü mü doğru olacaktı? Ayağa kalktım. General de kalkmak nezaketini gösterdi. Kendisini esas vaziyeti alarak askerce selamladım. Doğrusunu isterseniz ruh ve karakter bakımından ben üniformasız bir askerdim; o ise üniformalı bir başıbozuktan başka bir şey değildi."

ATSIZ (TÜRKÇÜLÜĞE KARŞI HAÇLI SEFERLERİ)

23 Ekim 2015 Cuma

HERKESİN İÇTİĞİ SU (ÖMER SEYFETTİN)

 Ling-Yu, gayet akıllı, gayet ihtiyar bir fağfurdu. O kadar yükselmeyi severdi ki, halkın malı ile hiçbir ilgisi kalmamasını temin için büyük Çin'in eski kitaplarının, eski kütüphanelerini yakmıĢtı. Çinliler âdeta onun yüceliğine bile inanır gibi oluyorlardı. Derlerdi ki: "Ling-Yu, dünyada Allah'ın dehasından bir numunedir!" Kavga, gürültü çıkıp mahallelerin, köylerin asayişi bozulmasın diye afyon tarlalarını şenlendirip esrarı, haşhaşı, günah olmaktan çıkarmıştı. Devri rüyasız yorgun bir uyku gibi geçiyordu. Herkes kendi dalgasında yaşıyor, "Dünya var imiş, ya yok imiş ne umurun!" felsefesi âdeta bir açık ve kesin yargı ediliyordu. Fakat bir sabah afyonu patladı. Huzuruna bir mandarin girdi. Secdeye kapandı: - Efendimiz, başmüneccim geldi, mutlaka size bir şey arzetmek istiyor! Dedi İmparator Ling-Yu, saten dehası sayesinde gelecekte ne olacağını bilirdi. Derdi ki: "Sebepleri doğru görebilenin neticede şüphesi kalamaz." Onun için başmüneccimden daima kendi tahminlerini dinlerdi. şimdiye kadar o hiç böyle habersiz gelip bir şey söylememişti. Tuhaf, diye başını salladı, acaba ne söyleyecek? - Gayet mühim bir şeymiş efendim. İmparator düşündü. İşler tıkırındaydı. Öyle mühim bir şeyin oluşabileceği yoktu. - Gelsin! buyurdu. Huzura giren başmüneccim, resmî secdesinden kalktıktan sonra: - Ah efendim, gayet korkunç bir felâket bizi tehdit ediyor! dedi. İmparator, dünyanın her şeyine ilişkin bilgisi tamdı. çağırdı. Görünürde savaş, kıtlık, ihtilâl, taşkınlık gibi bir şey yoktu. Badem gözlerini süzerek: - Yanılıyorsun! dedi. - Hayır efendim, muhakkak bir felaket! - Savaş mı? - Hayır. - İhtilâl mi? - Hayır - Ya ne? - Bir yağmur, efendim. - Yani tufan! - Hayır, yalnız yağmur... İmparator, değerli başmüneccimin saçmalayacağına ihtimal vermedi. Tekrar onu bir süzdü. Merakla sordu: - Yağmur niçin bir felâket olsun? - Bu yağmur çok sürecek! - Sürsün. - Suyundan kim bir damla içerse deli olacak? İmparator düşündü. Gerçekten felâket korkunçtu. Çıkardığı sonuçta yanılıp yanılmaya-cağını başmüneccime tekrar sordu. Zavallı âlim bundan son derece emindi. Korkusundan tir tir titriyordu. Sarayda hemen bütün mandarinler topladı. Günlerce tartışmalar, görüşmeler yapıldı. Nihayet daha bu uğursuz yağmur başlamadan sarayın bütün sarnıçlarının, küplerinin, vazolarının, mahzenlerinin önlem olarak temiz sularla doldurulmasına karar verildi. * * * Aradan bir hafta geçmedi, başmüneccimin haber verdiği yağmur hafif hafif yağmaya başladı. Bir gün, iki gün oldu. Dinmedi, hızlandı. Bardaktan boşanırcasına yağdı, durdu. Her tarafı sel aldı. Âdeta minimini bir tufan! Başmünecciminin haber verdiği felâket gerçekten aynen ortaya çıktı. Kim bu yağmurdan bir damla karışmış bir suyu içerse hemen çıldırıyordu. On beş, yirmi gün içinde bütün halk çıldırdı. Yalnız imparatorla çevresindeki seçkin kişiler sarayda saklanmış sulardan içiyorlar, akıllarını başlarında tutabiliyorlardı. Uğursuz yağmur dinmedi. Memlekette çıldırmayan kimse kalmadı. Genellikle deliren halk, işi öyle azıttılar ki, artık ne mandarinler, ne hâkimler saraydan sokağa çıkabiliyorlardı. Bir curcunadır gidiyordu. İmparatoru o vakit düşünmek aldı. Bunun sonu ne olacaktı? Evet bir kere deli olan artık akıllanamıyordu. Zırdeli halk bahçe surlarının etrafında toplanmış, gece gündüz, akşam zurnalarla davullarla kulakları yırtan bir gürültü koparıyor: - Delileri bakın, yuha, yuha!..., diye saklanan sulardan içip akıllı kalanlara dillerini çıkarıyorlardı. Bir gün geldi ki, yiyecek filân temini imkansızlaştı. Lâf anlayan, söz dinleyen kalmadı. İtaatin, vazifenin, büyüğün, küçüğün ne demek olduğu unutuldu. Kanunlar şaka oldu. İdare bozuldu. Yağmurun suyundan içmeyip akıllı kalanların felâketi çok dehşetliydi. Hayatları tehlike içinde geçiyordu. Bir avuç kişiydiler. Milyonlarca delilerin maskarası oldular. * * * Fakat "Ling-Yu" gayet akıllı, gayet ihtiyar bir imparatordu. İşe yaramayan, zarar getiren "akılın "delilikten hayırlı bir şey olamayacağına inanmıştı. Bir sabah çılgın halkın tecavüzünden, eğlenmesinden ürkmüş çevresindekilere: - Herkesin içtiği sudan hemen içiniz! emrini verdi. Mandarinler, hekimler, filozoflar, hâkimler: - Aman efendim; akıllarımıza, ilimlerinize yazık olur, diye karşı gelmek istediler. İhtiyar imparator: - Herkes deli olduktan sonra, birkaç kişinin aklına lüzum yoktur!... dedi. Uğursuz yağmurun sularında doldurttuğu ilk kadehi kendi yuvarladı. O anda ufukları sarsan kahkahalar attılar. Surun dışarısındaki curcunaya katıldılar. Gel zaman git zaman, bu genel curcunanın adı "sosyal düzen" oldu. Halk içinde tekrar akıllananlar "deliler!" diye tımarhaneye tıkıldı. Ta işte o vakitten beri bütün hekimler, bütün filozoflar derler ki: "Çinliler dünyanın en akıllı, en zeki, en sakin, en çalışkan bir milletidir!"

21 Ekim 2015 Çarşamba

Bilge Kağan'ın "inisi"nin adı nasıl okunmalı?

Yazan: Mehmet Levent Kaya
Köktürk diye bildiğimiz siyasi yapının ikinci hanedanının en ünlü figürü kuşkusuz Bilge Kağandır. Bilge Kağan'ı belki de kendinden çok daha başarılı hanedan büyüklerinden bile daha çok öne çıkaran ise, kendisi ve kardeşi için diktirdiği dev boyutlardaki iki anıt yazıttır.
Bilge Kağan her iki yazıtta da kardeşinden görev adı ile söz etmiştir. Bu ad Türk yazı birimleri ile "kẅl tign" biçiminde yazılmış. Burada latin aktarımını "ẅ" olarak gördüğümüz üsük, "ö" ve "ü" sesleri için ortak kullanılır. Bu nedenle bu ad yaygın olarak "kül tigin" biçiminde yerleşmiş. Burada bir sorun var.
"Kül" sözü klasik Türkçede de günümüzde olduğu gibi yanan bir şeyin genellikle boz renkli artığı anlamında kullanılan bir kavram imidir. Bu kavrama günümüzde de kül deriz. Dönemin geleneği içinde önemli kişilere güç ve konumlarını belirtmek amacıyla "deniz, dalay, dağ, ırmak" benzeri adlar verildiğinin pekçok örneği var. Bu uygulama kapsamında, bu kişi adının doğru okunuşu da günümüz Türkçesinde göl biçiminde söylenen "köl" olmalıdır.
Bunca önemli birinin adının "ateş artığı; kül" olmaktansa "göl" olması kuşkusuz daha akla yatkın olur. "Kül" okunuşunun günümüz ağızlarındaki "canım, gülüm, gardaşım" seslenişiyle bir ilgisi olamaz, o dönemde böyle bir anlam olduğunu gösterir hiçbir kaynak yok.
Buradan bakarsak, Bilge Kağan'ın kardeşinin adını "köl" (karayla çevrili geniş su birikintisi, göl) yerine "kül" (genellikle boz renkli ateş artığı; kül) olarak okumanın, kendilerinden yüz yıl kadar önce yaşamış aile büyükleri başka bir tiğinin adını "kür (gür, sıkı, güçlü) şad" yerine "kör (gözü görmeyen; kör) şad" olarak okumaktan hiçbir farkı yok. 

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Pseudo-Linguistics III

Yazan: Mehmet Levent Kaya 


Herkesi Türk ve her dili de Türkçe'nin uydusu ilan etme hastalığı herkese kontrolsüz biçimde yayılmış durumda. 

Yakın zamanda ilkyardım sayfası yüzme alanında uluslar arası başarı elde etmiş bir genç kızımız hakkında kutlama amaçlı bir paylaşım yaptı. Konu geçmişken üç altın bir bornz madalya almış Zeynep Güneş adlı bu kardeşimizi gönülden kutluyorum. Bu paylaşımda ilkyardımcılar kardeşimizin kazandığı madalyaları "onurluk" diye Türkçeleştiriyor. 

Tahmin edeceğiniz üzere "onur" sözünün Fransızca olup olmadığıyla ilgili birden çok soru gelmiş. İlkyardımcılar kısaca "onur Türkçe" yazıp, kaynak olarak da emekli Prof. Dr. Tuncer Gülensoy'un "Türkiye Türkçesindeki Türkçe Sözcüklerin Köken Bilgisi Sözlüğü"nden yaptıkları alıntıları göstermişler. 

Bu ilkyardımcılar için yazacağımı yazdım, daha fazla zaman harcamayacağım. Ama burada keyif olsun diye buna benzer yaptıkları bir paylaşıma bir takipçinin eklediği yorumu almak istiyorum: "Türk ilan etmediğiniz millet kaldı mı?"

Gösterdikleri kaynağa gelelim. 

onur (hlk.) 'Kibir, çalım' < Tü. oŋ 'çok, bol, verimli; sağ' + ur

Not: TT. yazı dilindeki onur (< Fr. honneur ) ile ilgisi yoktur. Ayrıca, bu sözcüğün Fr.dan geldiği yolundaki sav da gözden geçirilmelidir. " 

Arada diğer araştırmalardan kimi alıntılar var. 

En dipte şöyle bitirilmiş: 

TT.: ONUR+(LAN-/LANMA/LANDIR/LANDIRMA/LU/SAL/SUZ/SUZLUK) 

An. ağl.: onurçak 'göğüse takılan süslü parça' (DS.IX, 3284); onurlan- 'kibirlenmek',onurlu kibirli; onur- 'başarmak' "



Birincisi, Kazak, Kırgız, diğer Güney Sibirya (ortak olarak Kuzey Türkçesi diyeceğim) ağızlarında kullanılan 'oŋ' sözünün, bizdeki sağ sözü gibi hem sağlıklı hem de yön olarak sağ anlamı vardır. Ama 'çok, bol, verimli' anlamını hiç görmedim. 

Ad olan oŋ köküne -ur eki getirilerek ad ve sıfat olarak kullanılan başka bir söz türetildiği öne sürülüyor. Ben addan ad türeten bir -ur eki Türk dilinin hiçbir yerinde görmedim. Bu ekin bir örneği daha varsa görevinin ne olduğunu öğrenmeyi çok isterim. 

Kaynak gösterilen sözlükteki en son örnek ise "on+ur-" yapısını 'başarmak' anlamına gelen eylem olarak vermiş. Şimdi, aynı girdi içinde daha önce herhangi örneğini görmediğimiz bir ek hem addan ad, hem de addan eylem türeten bir ek olarak mı veriliyor? Bu algımı gerçekten alt-üst etti; iyi bir açıklama isterim. 

Ayrıca Anadolu ağızlarından derlendiği belirtilen örneklerin Anadolu ağzındaki geçmişi ve Anadolu dışındaki Türk ağızlarında herhangi karşılığı/benzeri olup olmadığıyla ilgili bilgi yok. 

Zaten akademik düzeyimizin bu kadar göz kamaştırıcı olmasının belirgin nedenleri olmalıydı. Bu örneklerin ne çok olduğunu bilseniz şok olursunuz.

23 Haziran 2015 Salı

PAÇAVRA!!!

Not: Bu akademik bir yazı değildir...

Facebook'ta bir sayfa var. Adı "Oğuz Milletinin Tarihi"[1]. Pseudo-Historianlarla alakalı çalışmaya başladığımdan bu tarafa yani yaklaşık 3 yıldır, internet üzerindeki çeşitli sayfa ve grupları, ayrıca internet sitelerini takip ettim. Ancak bu kadar saçma, bu kadar tahrip edici bir sayfa daha evvel görmemiştim.

Bu sayfada yazılanlara göre “Oğuzlar ayrı bir millet. Türkler’den farklı. Vahşi ve barbar Türkler, Anadolu’yu işgal edip Oğuzları Türkleştirmişler. Çaka Bey, Karamanoğulları falan hep bu Oğuzlardanmış. Oğuzlar 600’den Karamanoğullarının yıkılış tarihi olan 1470’lere kadar Anadolu’da devlet sahibi olmuşlar”

Mesela 22 Şubat 2015’te bir fotoğraf paylaşılmış ve altına: “İLK OĞUZ DEVLETİNİN KURUCUSU-SELÇUKLU İSLAM FARS DEVLETİ ÖLDÜRDÜ- Bizansla anlaşan Tacik Kılıçarslan İlk oğuz devletini yıktı.. Biz Oğuzlarda Selçuklu devletini ortadan kaldırarak intikamımızı aldık” [2]

Fotoğrafta Çaka Bey heykeli (sanırım İzmir’deki heykel) yanında poz veren şahsın da sayfanın sahibi Halil Orhan Acar isimli bir şahıs olduğunu görüyoruz. Şahsın facebook profilinde bir avukatlık bürosunda çalıştığı yazılı.

Şahsın, yine adı geçen sayfada 3 Aralık 2014 tarihinde yayınlanan bir “şey”inde[3] “Bizansla Oğuzlar dostça yaşarken 1400 den sonra anlaşmazlıklar arttı.1450 de Oğuz katliamları ve sürgünler başladı. Sonucunda 1502 de Bizansa karşı bağımsızlığımızı kaybettik 1876 yılında Bizans yıkılıp Osmanlı kuruluncaya kadar isyanlar çıkarttık. 

1923 te Devletimizi kurduk ama bizden başka herkese yar oldu. Dilimizi ve Töremizi kaybetme tehlikesi bile yaşıyoruz” yazıyor.

Türk milleti tarihi boyunca çok ihanetle karşılaştı ama bu derecesini görmemiştir. Türk-Oğuz ayrımı, Türk tarihini yok etmek, Kıpçaklara sövmek, tarihi baştan sona yalanlara doldurmak ihanetin son noktasıdır!

Son bir not da sayfayı beğenen 655 kişi için. Milliyetçilik adına bu sayfayı beğenmek şuursuzluktur. Yazılanları okumamak, okuduğunu anlamamaktır.

Aradan bir yıldan fazla zaman geçti, bu sayfa tahribatına tam gaz devam ediyor ve sayfayı beğenenlerin sayısı da şu an 912 kişi görünüyor. Yahu hiç mi yazılanları okumuyorsunuz? Bu nasıl bir tutulmadır? Bazılarının sırf herif Osmanlı'ya laf söylüyor diye sayfayı beğendiğine eminim. Siz nasıl milliyetçisiniz ki, dedenize söven adama alkış tutuyorsunuz? Nasıl milliyetçisiniz ki tarihinizi yok etme sevdalısı bir manyağın sayfasını beğeniyorsunuz? Son yılların en büyük hastalığı olan Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerini birbirinin anti tezi olarak görme paranoyasına en son tutulması gerekenler, Türk tarihini bir bütün olarak sevmek durumunda olan milliyetçilerken bakıyorum da kendisine milliyetçi sıfatını yakıştıran son dönem zibidilerinin pek çoğu manyaklıkta kimseyi aratmıyorlar. Bunları görüp "öyle ise öl Caesar" diyesim geliyor da Atsız Beğ'in Sesleniş başlıklı şiirinin son mısraını aklıma getiriyorum ve "Hala yaşıyorum, ölemiyorum".



[1] https://www.facebook.com/pages/O%C4%9Fuz-Milletinin-Tarihi/796276537067086?fref=ts
[2] https://www.facebook.com/796276537067086/photos/pb.796276537067086.-2207520000.1435091201./1011533462208058/?type=1&theater
[3] https://www.facebook.com/796276537067086/photos/a.955164681178270.1073741842.796276537067086/955164757844929/?type=1&theater

14 Haziran 2015 Pazar

Pseudo-Linguistics II

Yazan: Mehmet Levent KAYA


Yakın zamanda bu pseudo-linguist (düzmece dilbilimcilerimize) bir de “ilkyardım” grubu katıldı. Kendilerine, sanki Türkçe ölmüş de diriltmek gerekiyormuş gibi “Türkçe’nin Dirilişi Hareketi” adını vermişler. Bu hareket iki kişi tarafından kurulmuş. Bunlardan yaşı daha büyük görünen Yalçın Mıhçı’nın kendi sayfasında besteci, yorumcu, sinema sanatçısı, yazar olduğu yazıyor. Bu son “yazar” adı büyük olasılıkla kendi sayfalarının adıyla çıkardıkları kitaptan kaynaklanıyor. Atatürk’e olan benzerliğiyle Türk dilini “diriltmeye” talip olduğunu anlıyorum.
Genç olanın bir sitesi var. Adı Suat Özer. Orada şu bilgiler bulunuyor.
1970 Elazığ doğumludur. Hacettepe Bilimyurdu (üniversitesi) İngilizce Öğretmenliği yetkini (mezunu) olup on binlerce pırıl pırıl öğrenci yetiştirerek yurdumuza armağan etmiştir. "Öğrencilerimin her biri benim yazdığım en değerli yapıttır. Onlar benim geleceğe yazdığım, zamanı gelince açılıp okunacak mektuplarımdır" diyerek onlara olan inancını ve güvenini her zaman dile getirmektedir.

Dilbilimi ve kıyaslamalı kökenbilimi çalışmalarına büyük ilgi duymaktadır. Türkçemizin ve tarihimizin yeterince derinlemesine incelenmemiş olduğunu, bu yönde yapılacak çalışmalarla "dünya ve diller tarihini" değiştirebilecek bulgulara ulaşılabileceğini düşünmektedir. Kendisinden ve köklerinden utanç değil övünç duyan insanlara gereksinimimiz olduğunu ve bütün bilim alanlarında bu bakış açısı ve bu özgüvenle değerli bireyler yetiştirerek çok büyük ulusal başarılara imza atabileceğimize yürekten inanmaktadır.

Aslında bu tanıtım yazısında da irdeleyeceğim ayrıntılar olmakla birlikte, önce bu ikilinin ortak “hareket” sayfalarından bir-iki örneği ele almak istiyorum.

“Fransızlar İngilizce bilse bile ne sorsanız Fransızca yanıtlarlar. Almanlar İngilizce bilse bile ne sorsanız Almanca yanıtlarlar. Türkler İngilizce BİLMESE bile ne sorsanız İngilizce yanıtlarlar. J” demişler.
Dünyanın çok yerini gezdim; çok sayıda Avrupalı arkadaşım oldu. Özellikle Moğolistan’da karşılaştıklarımın çoğu iyi düzeyde Moğolca biliyor olsalar bile İngilizce konuşmayı tercih ediyorlardı. Dört yıl Almanca okudum; karşılaştığım Almanlar hep İngilizce konuştuğu için onca zaman harcadığım Almancayı unuttum.

Bu ikilinin kendi sayfalarında verdikleri bazı örnekler var. Bu örneklerde günümüzde kullanılan bazı sözler yerine “Türkçelerini” öneriyorlar.

Kütüphane > betikevi
“Betik” ne demek yahu? Klasik Türkçe “biti-” eyleminden türeyen ve yazılı hemen her nesne için kullanılan “bitiğ” diye bir söz var, o olabilir mi?

Üniversite > bilimyurdu
Aşağıda daha ayrıntılı işleyeceğim üzere, her dilin kendi içinde geleneği vardır. Dolayısıyla bir bili arılaştırmak, yabancı dillerdeki sözleri olabildiğince o dile çevirmekle olmaz. Türkçede okul adları, dilin geleneğine göre şöyle olmalı:
“bağa okul” Klasik Türkçede “bedük x kiçiğ” karşıtlığı gibi “uluğ x bağa” karşıtlığı vardır. Günümüzde “ilkokul” dediğimiz şeyin adı aslında bu olmalı. Çünkü “ilkokul” başka bir anlam da çağrıştırıyor.
“orta okul” zaten günümüzde de aynı.
“eçilik okul” yaşın biraz daha büyümesiyle ilişkili. Klasik Türkçe “eçi=ağabey”.
“üzre okul” günümüzde yaygınlaşan iki ya da dört yıllık yüksek okullara karşılık.
“ulu(ğ) okul” üniversite. Zaten o “bilimyurdu” saçmalığı bu sözün Latince adı olan üniversite sözünü bile karşılamıyor. Ama arkadaş “İngilizce” mezunu, bu tür ayrıntıları bilmesine gerek yok.

Pause > duraklat
Bu sözün asıl karşılığı “toktat”,

Play > oynat
Bunun karşılığı da “yürüt” olmalı.

Stop > durdur
Neyse bunu doğru bilebilmişler.

Bu hareketin şöyle bir yazısı dikkatimi çekti. Her ayrıntıya dalmayacağım.

“KIPÇAKLAR/KUMANLAR
Türk kaynaklarında, İslami kaynaklarda, Çin ve Moğol kaynaklarında Kıpçak adıyla bilinen topluluğa; Bizanslılar, çok az da olsa Ruslar ve Latinler de Kuman demiştir. Macarlar aynı topluluğa Kun, Ruslar çoğunlukla Polovets, Almanlar Palladi ve Valwen, Ermeniler ise Xarteşkn demişlerdir. Kıpçak ve Kuman sözcükleri ise en çok kullanılanlardır. Bu iki sözcüğün de anlamı, "kumral/sarışın" demektir. Rusça Polovets sözcüğü aynı zamanda "gök gözlü" anlamına gelir. Kıpçak/Kuman Türkleri, bazı Türk toplulukları gibi kumral/sarışın ve kimi kez de renkli gözlü idi. "Beyaz Türkler" de denmektedir. Çoğu kez Batı Kıpçaklarına Kumanlar denmiştir.
Yayıldıkları Bölgeler
11. yy'da bugünkü Macaristan'dan Moğolistan'a dek uzanan geniş topraklarda yaşadılar. Bunlar, Kuzey Türkleridir ve Batı Göktürklerin bir koludur. Birçok yere yayılmış olmalarına karşın, çoğunlukla Karadeniz'in Kuzeyinde ve Kafkaslarda etkili olmuşlardır. Bugün Tatar Türkleri, Kırım'da ve Kaflkaslarda yaşayan Türk topluluklarının çoğu Kıpçaklardan gelmektedir. Tarihte Selahaddin Eyyubi'nin yönettiği Memlükler (Kölemenler) diye bilinen topluluk da Kıpçak Türklerinin bir koludur.
Doğu Avrupa'da: Bunun dışında Doğu Avrupa'da çeşitli hanlıklar ve beylikler kurmuşlardır. Örneğin; bugünkü Moldova'nın eski adı olan Beserabya, bu bölgede bir tudunluk kurmuş olan Kuman tigini Tokdemir’in oğlu Basaraba'dan gelmektedir. Yine bugün Bulgaristan ve Romanya’nın Karadeniz kıyılarını oluşturan bölge olan Dobruca'ya adını veren de bir Kuman komutanı olan Dobriç'tir. Makodonya'nın Kuzeyinde Kumanova adlı bir kent vardır.
Küçük Asya'da (Anadolu'da): Diğer yandan bir Oğuzlardan olan Peçeneklerle savaşmışlar ve onları sürerken batıya da akın yapmışlardır. Bu sırada bazıları Hıristiyanlaşmış ve Bizans ordusunda paralı askerlik yapmaya başlamıştır. Malazgirt Savaşı sırasında da Bizans ordusunda görev alanların bir bölümü bunlardan oluşmaktadır. Daha sonra Peçenekler ve Uzlar gibi onlar da Anadolu'ya yerleşmiş ve Müslümanlaşmışlardır. Karamanoğulları Kuman, Salur ve Avşar Türklerinden gelmekteydi. Ayrıca Oğuz boyu olan Çepnilerle ve Saltuklarla yakın ilişkiler kurmuşlardır. Bugün Doğu Karadeniz'de Laz diye bilinmekte ve Çepni Türkleri ile karışarak yaşamlarını sürdürmektedirler. Kıpçak beylerinden birinin adı olan Kemenche, bugün Kırım'da birçok yere adını vermiştir. Bugün kemençe çalgısı da bu beyin adıyla anılmaktadır. Kırım'da Horo adlı bir oyun bizdeki Horon gibi kemençe çalınarak oynanmaktadır. Bunun dışında, Avrupa'dan gelen Kumanların bir bölümü, Çanakkale ve Balıkesir dolaylarına yerleşmişlerdir.
Dilleri
Bugünkü Kıpçak öbeği Türkçelerin kökü eskiden yaşamış olan Kıpçak Türklerine dayanmaktadır. Bu öbekte; Karaim Türkçesi, Kumuk Türkçesi, Karaçay-Balkar Türkçesi, Kırım Tatar Türkçesi, Tatar Türkçesi, Başkurt Türkçesi, Nogay Türkçesi, Karakalpak Türkçesi, Kazak Türkçesi ve Kırgız Türkçesi yer almaktadır. Toplam Türkçe konuşanların %14,46'sı bu öbekte yer almaktadır.
Kıpçak Boyları
1. Toksoba (Dokuzoba) 2. Jetioba (Yedioba) 3. Burdjogli (Burçoğlu) 4. Elbarli (Kurtbölgeli) 5. Kangarogli (Konguroğlu) 6. Uladjogli (Ulaşoğlu) 7. Durutlar (Dörtler-Dörtoba) 8. Kulabogli (Kulobaoğlu) 9. Jortan (Çortan) 10. Karabirkli (Karabörklü) 11. Kotan (Kutan)
Türkçenin Diriliş Hareketi” 

Bu Türk toplumuna hangi Çin kaynağının “Kıpçak” dediğini, Kıpçak/Kuman sözlerinin ikisinin de “kumral/sarışın” anlamına geldiğini hangi kaynağın bildirdiğini merak ettim. Kendisi doğruca “Kıpçak” boyundan olan Kazak bir arkadaşım bu adın “iki bıçak” sözlerinden oluştuğunu anlatmıştı. İki bıçak sözlerinin kumral ya da sarışınla ne ilgisi var yahu?

Diğer bir yazıları da şöyle:

“TÜRKÇENİN ÇİFTLİK HAYVANLARI KONUSUNDAKİ VARSILLIĞI
Türkçede çiftlik hayvanlarının adları çeşitlidir. İngilizce ile karşılaştırdığımızda bu varsıllık (zenginlik) açık biçimde görülebilmektedir. İşte örnekler:
Türkçesi -> İngilizcesi -> Açıklaması
İnek -> Cow -> Dişi sığır Boğa -> Bull -> Erkek damızlık sığır Öküz -> Ox -> Erkek kısırlaştırılmış sığır Dana -> Calf -> Bir yaşına kadarki erkek sığır Tosun -> Calf -> Bir yaşından boğa olana kadarki erkek sığır Buzağı -> Calf -> Sığır yavrusu Düve -> Heifer -> Doğum yapmamış dişi sığır Sığır -> Buffalo -> Büyükbaş hayvan Manda -> Buffalo -> Su sığırı Camış -> Buffalo -> Su sığırı Kömüş -> Buffalo -> Su sığırı Dombay -> Buffalo -> Su sığırı
Keçi -> Goat -> Dişi davar çeşidi Teke -> Goat -> Erkek davar çeşidi Oğlak -> Goat -> Keçi yavrusu Davar -> Sheep -> Küçükbaş hayvan Koyun -> Sheep -> Dişi davar çeşidi Koç -> Ram -> Erkek davar çeşidi Kuzu -> Lamb -> Koyun yavrusu
Eşek -> Donkey -> Yük hayvanı çeşidi Merkep -> Donkey -> Yük hayvanı çeşidi Karakaçan -> Donkey -> Yük hayvanı çeşidi Uzunkulak -> Donkey -> Yük hayvanı çeşidi Sıpa -> Colt -> Eşek yavrusu Tay -> Colt -> At yavrusu At -> Horse -> Binek hayvan Aygır -> Horse -> Erkek damızlık binek Beygir -> Horse -> Erkek kısırlaştırılmış yük bineği Yılkı -> Horse/Jade -> Vahşi at Kısrak -> Mare -> Dişi binek Katır -> Mule -> Eşek ve at karışımı yük hayvanı
Ördek -> Duck -> Bir su kuşu Vakvak -> Duck -> Bir su kuşu Suna -> Duck -> Erkek ördek Paytak -> Duckling -> Ördek yavrusu Kaz -> Goose -> Bir su kuşu Horoz -> Rooster -> Erkek tavuk Tavuk -> Chicken -> Kümes hayvanı Piliç -> Chick -> Civciv ve tavuk arası dişi kümes hayvanı Civciv -> Chick -> Yavru tavuk veya horoz Hindi -> Turkey -> Kümes hayvanı İbi -> Turkey -> Kümes hayvanı”

Hayvan adlarıyla ilgili ayrıntılarına girmeden yalnızca başlıkla ilgili sorularım var: Türkçeyi arılaştırmaya meraklı arkadaşlar neden Arapça “hayvan” sözünü bırakmamışlar? Oradaki “varsıllık” dedikleri şey “baylık” olabilir mi?

Şimdi genç ortağın özgeçmişinde yazanları ayrıntılı olarak ele almak istiyorum.

1970 Elazığ doğumludur. Hacettepe Bilimyurdu (üniversitesi) İngilizce Öğretmenliği yetkini (mezunu) olup on binlerce pırıl pırıl öğrenci yetiştirerek yurdumuza armağan etmiştir. "Öğrencilerimin her biri benim yazdığım en değerli yapıttır. Onlar benim geleceğe yazdığım, zamanı gelince açılıp okunacak mektuplarımdır" diyerek onlara olan inancını ve güvenini her zaman dile getirmektedir.

Dilbilimi ve kıyaslamalı kökenbilimi çalışmalarına büyük ilgi duymaktadır. Türkçemizin ve tarihimizin yeterince derinlemesine incelenmemiş olduğunu, bu yönde yapılacak çalışmalarla "dünya ve diller tarihini" değiştirebilecek bulgulara ulaşılabileceğini düşünmektedir. Kendisinden ve köklerinden utanç değil övünç duyan insanlara gereksinimimiz olduğunu ve bütün bilim alanlarında bu bakış açısı ve bu özgüvenle değerli bireyler yetiştirerek çok büyük ulusal başarılara imza atabileceğimize yürekten inanmaktadır.

Her dilin geleneği vardır, dedik. “Üniversite” konusuna yukarıda değinmiştim. “Mezun” konusuna gelince, bu söz Arapça izin sözüyle aynı kökten. Olduğu gibi çevirince “yetkin” gibi bir anlam verilebilir. Ama Türk dili geleneğinde biz böyle söylemeyiz. Hatta cümleyi bile öyle kurmaz “İngilizce Öğretmenliğini bitirdi” deriz.

İkinci paragrafta yazanla ilgili olarak da, aynı grubun hazırladığı bir “gezegen adlarının Türkçeleri listesi” vardı. Burada örneğin “Neptün” gezegeni için “Dalayhan” gibi bir ad öneriyorlardı. Şimdi, çoğunuz biliyor olmalısınız, Neptün Roma dönemi inanç sisteminde Deniz Tanrısı olduğuna inanılan kavramın adı. Dolayısıyla bunu Türkçeleştirip “Dalayhan” yapmış. Peki, bunun Türk toplumu ve dilinin hangi geleneğiyle bağlantılı olduğunu bana söyler misiniz? Her dil kendi toplumunun evren algısını dışa vurur. Dolayısıyla örneğin bir araba motorunun şaftına bağlı bir sistemi İngilizce konuşan toplumlar şaftı bir tür sallayan bir kol gibi tanımlarken, İtalyanca konuşanlar piyano çalan bir el gibi görürler. Bu türlü kültürel algı farkları, her dilin kendi kavram adlandırması işlemine etkili olur. İşte bu yüzden İngilizce bilgisi ile Türkçenin söz baylığına katkı sağlanması verimli sonuç vermez. Eldeki Latince, Arapça ya da güncel İngilizce sözlerin doğruca ya da motamot çevirisini yapmak o kavramın adını “Türkçeleştirmez!”

Ülkemizde Türk dili ile ilgili çalışmalar, genelde Türk dilinin orta döneminin başlangıcı sayılacak Kaşgarlı’nın Divanından öncesine pek gitmez. Oysa Türkçe’nin daha derin kökleri ve o köklerle ilgili yazılı kaynakları var. Ülkemizde Türkçe’nin klasik dönemini kapsayan bu kültür varlıklarımızı çalışan az sayıda da olsa çok başarılı akademisyenlerimiz var. Bu yukarıda sözünü ettiğim gelenekleri bilmek için işte bu klasik dönemi bilmek, ya da en azından bilenlerden destek almak doğru bir davranış olabilirdi. Buna benzer bir konuda bu şen ortaklara iki kere mesaj gönderdim. Onlar ise en azından “tınmadılar” bile. Popülarite ya da “onların niyetleri iyi” başka bir şey, ama popülarite ile Türkçeye yeni önermeler getirerek onu geleneğinde koparacak açılımlarla içine etmek başka bir şey. 

                                                                                            *  *  *

Aşağıda seçtiğim örnekte, “Türklük” konusunda çok duyarlı olan bu arkadaşın yazısında kaç doğru cümle olduğunu bilemiyorum. Doğrusu, ülkemizin eğitim düzeneğinde doğru olan hiçbir şey olmadığı için, hemen kimse noktalama imlerini doğru kullanmayı bilmiyor. Örnek olarak önce onun yazdığı yazı:

"En üzüldüğüm şey; Türk tipi nasıldır? deyince; kara kaşlı kara gözlü bir millettir, denmesi...Halbuki Türkiye Türkleri dünyanın en melez milleti..Siz Almanla Arap'ın evliliğinden doğana Alman tipi bu mudur, diyor sunuz? Türkleri'nin sarışın, renkli gözlü olanları kuzeyde yabancı milletlerle karıştı biz onları Türk zannetmiyoruz bile, dil, din değişti...Anadolu'ya göç eden kesimde göç yollarında esmer milletlerle evlene evlene ortaya karmaşık bir gen havuzu çıktı....Ya sarışın milletler bizden türedi ya da bizim sayemizde güzelleşti...Ukrayna bölgesinde Kıpçak, Rus beraber yaşıyordu...Ukrayna'nın dünyada güzellikte genellikle ön plana çıkmasının asıl nedeni bence bu... Türkler sarışındır, deyince; herkes sinirleniyor, aman Türkler sarışın olmasın..Başka bir millet sarışın olsun da Türkler olmasın.. Bunun nedeni, gerçekte Türklerin sarışın olmasının ortaya çıkmasının istenmemesi, şuan ki Türkiye'deki melez görüntümüzün gerçek görüntümüz olduğuna inandırılması....Türk erkekleri de psikolojik olarak Türklerin kara kaşlı kara gözlü olmasını kabul ediyor..Çünki bilinçaltında, en sevilen erkek esmer erkektir, en beğenilen kadın sarışındır. O zaman biz gerçek esmer Türk olalım, yabancı sarışınlarla evlenelim...bunu hem psikolojik olarak yapıyorlar, hem de bilgisizlikten....Türk erkekleri' ne(melez Türk erkeklerine) söylüyorum.....sen gerçek Türk tipinde değilsin....Türk tipi sarışın, mavi gözlü, uzun boylu ve yapılı erkektir..Türkiye'deki insanlar Türk soyundan gelme ama melezleşmiş, gerçek Türk tipinde olmayan insanlardır...Atatürk adımıza Türk demese, ortada Türk kalmayacaktı...Ayrıca Türk erkekleri de Türk kızları da melez olmalarından ötürü, görüntü olarak dünya ortalamasının altındalar...Açıklama belirtiyorum:Türk erkeği her ne kadar kendini Türk sansada, dünyanın en güzel sarışın Almanıyla da evlense çocuğu büyük ihtimalle çirkin olacak...Yani kendi esmer genlerinden ötürü, doğan kızının çirkin olmasına neden olacak.....Dolayısıyla suç büyük çoğunlukla kadınlarda değil erkeklerde...O yüzden Türk erkekleri, Türk kızı çirkindir, demesin..Çünki en güzel Almanla evlensen bile, senin o övündüğün kara kaşın, kızlarının çirkin doğmasına neden oluyor.. Bir gün büyük çoğunlukla seninde çirkin kızın olacak.. Bir dön de kendine bak....Kara kaşlılık erkek için iyi olabilir ama o erkeğin sayesinde doğan kızların çirkin doğmasına neden olur..." 

Yazının içerdiği bilgi saçmalığı ve örneğin Asya’da kalmış Uygurların, Kazakların neden çoklukla esmer olduğu, bunca sarışın kompleksinin kökeninin ne olduğu sorularının cevabı bir yana, konuya yalnızca yazım kuralları açısından yaklaşınca, böyle bir yazının gerçekte şöyle olması gerekir [Köşeli parantez içinde yorum yapmaktan kendimi alamadım]:

"En üzüldüğüm şey, “Türk tipi nasıldır?” deyince “kara kaşlı kara gözlü bir millettir,” denmesi. Hâlbuki, Türkiye Türkleri dünyanın en melez milleti. Siz Almanla Arap'ın evliliğinden doğana “Alman tipi budur,” mu diyorsunuz? Türklerin sarışın, renkli gözlü olanları kuzeyde yabancı milletlerle karıştı. Biz onları Türk zannetmiyoruz bile [Öyle mi; neden?]. Dil, din değişti. Anadolu'ya göç eden kesimde, göç yollarında esmer milletlerle evlene evlene ortaya karmaşık bir gen havuzu çıktı. Ya sarışın milletler bizden türedi, ya da bizim sayemizde güzelleşti. Ukrayna bölgesinde Kıpçak, Rus beraber yaşıyordu. Ukrayna'nın dünyada güzellikte genellikle ön plana çıkmasının asıl nedeni bence bu. “Türkler sarışındır,” deyince herkes sinirleniyor, “aman Türkler sarışın olmasın!” Başka bir millet sarışın olsun da Türkler olmasın. Bunun nedeni, gerçekte Türklerin sarışın olmasının ortaya çıkmasının istenmemesi, şu anki Türkiye'deki melez görüntümüzün gerçek görüntümüz olduğuna inandırılması. Türk erkekleri de psikolojik olarak Türklerin kara kaşlı kara gözlü olmasını kabul ediyor. Çünkü bilinçaltında en sevilen erkek esmer erkektir, en beğenilen kadın sarışındır. O zaman biz gerçek esmer Türk olalım, yabancı sarışınlarla evlenelim. Bunu hem psikolojik olarak yapıyorlar, hem de bilgisizlikten. Türk erkeklerine (melez Türk erkeklerine) söylüyorum. Sen gerçek Türk tipinde değilsin. Türk tipi sarışın, mavi gözlü, uzun boylu ve yapılı erkektir [Son üç cümledeki komplekse bak]. Türkiye'deki insanlar Türk soyundan gelme ama melezleşmiş, gerçek Türk tipinde olmayan insanlardır. Atatürk adımıza Türk demese, ortada Türk kalmayacaktı [Tipten kaybettik ama en azından addan kurtardık]. Ayrıca Türk erkekleri de Türk kızları da melez olmalarından ötürü, görüntü olarak dünya ortalamasının altındalar. Açıklama belirtiyorum: Türk erkeği her ne kadar kendini Türk sansa da, dünyanın en güzel sarışın Almanıyla evlense de çocuğu büyük ihtimalle çirkin olacak [Bu “kara/esmer çirkindir” size de sömürgeci dönemi hatırlatmadı mı?]. Yani kendi esmer genlerinden ötürü, doğan kızının çirkin olmasına neden olacak. Dolayısıyla suç büyük çoğunlukla kadınlarda değil erkeklerde. O yüzden Türk erkekleri, “Türk kızı çirkindir,” demesin. Çünkü en güzel Almanla evlensen bile, senin o övündüğün kara kaşın, kızlarının çirkin doğmasına neden oluyor. Bir gün büyük çoğunlukla senin de çirkin kızın olacak [Sizce de tedaviye ihtiyacı yok mu?]. Bir dön de kendine bak. Kara kaşlılık erkek için iyi olabilir ama o erkeğin sayesinde doğan kızların çirkin doğmasına neden olur."

Aklıma bir olay geldi: Atsız'la Reha Oğuz Türkkan arasındaki tartışma döneminde (1942-43) Türkkan “Hesap Veriyoruz” başlıklı bir broşür yayınlar. Buna karşılık Atsız “Hesap Böyle Verilir” diye bir karşı broşür yayınlar. Orada der ki: Reha Türk ırkını anlatıyor. (1. 70 boy, ela göz, atletik vücut, güzel çehre vb.). Fotoğrafını yayınlayıp "Şu özelliklerin hangisi Reha'da mevcut?” der. 

11 Haziran 2015 Perşembe

GECİKMİŞ BİR YAZI: TARİH’İN SESSİZ DİLİ DAMGALAR

Türkiye’de son yıllarda, özellikle İslâm öncesi Türk Tarihine büyük bir alaka var. Bunun siyasal, kültürel, sosyolojik çeşitli sebepleri var. Bu yazıda buna değinmeyeceğiz. Lakin bu alanda yapılan bilimsel çalışmalarda artış görülmesi bizi hem sevindirmekte, hem de kendi çalışmalarımız için güven vermekte.

Son yıllarda artmaya başlayan bu çalışmaların son örneği Marmara Üniversitesi Öğretim Üyelerinden sayın Doç. Dr. Mustafa Aksoy hocamızın hazırladığı “Tarih’in Sessiz Dili Damgalar” isimli eseri. Toplam 440 sayfa olan ve hem içerik hem de boyut bakımından gayet büyük olan bu eser, 18 yıl süren büyük ve meşakkatli bir çalışmanın ürünü olmak bakımından da ayrıca önem taşımaktadır. Bu türden, özellikle Türk Tarihi ve kültürüyle alakalı yayınlarda pek görmediğimiz şekilde kitabın Türkçe-İngilizce olarak iki dilli yayınlanması (bir sayfası Türkçe, diğer sayfası İngilizce) yayının uluslar arası akademik çevrelerce daha kolay tanınmasını da sağlaması bakımından önemlidir.

Mustafa Aksoy hocamız, konuyu kendi alanı olan sosyoloji açısından ele almış olmakla birlikte, bu türden yayınlarda sıkça karşılaştığımız üzere damdan düşer gibi bu konuya girmemiş, öncelikle ilk bölümde “Tarihi ve Çağdaş Türk Coğrafyası” bahsinde Türk Dünyası sözünden anladığımız bütün coğrafyayı geçmişten bugüne özetleyerek okuyucuya vermiştir. Kitabın bu bölümünü, alanının önemli isimlerinden ve bir dönem öğrencisi de olduğum sayın Prof. Dr. Osman Yorulmaz hocamız kaleme almıştır. Bu bölümün bir diğer önemli tarafı, bölüm sonuna eklenen kaynakça listesidir. Türk Tarihinin erken dönemleriyle alakalı çalışan ya da çalışmak isteyenler adına başlangıçta olması gereken yayınlar bu listede mevcuttur.

Bu önemli eserin bundan sonraki kısımlarında özellikle etnografik eserler sosyolojik olarak ele alınmış, halı-kilim vb etnografya eserlerinde görülen ve Türk dünyasının hemen her tarafında benzerlerine rastlanılan motiflerin sosyolojisine girilmiştir. Bu uğurda 18 yıl boyunca bir kısmını bildiğim zorluklarla dolaşılan Tuva, Hakasya, Altay, Tataristan, Çuvaşistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, İran, Azerbaycan, Türkiye, Ukrayna, Moldova, Romanya, Bulgaristan, Makedonya ve Kosova ülkelerinden elde edilen veriler, hem fotoğraf olarak hem de çizim olarak verilmiştir. Kitabın arka kapağının içine de yazarın bu çalışma sırasında gittiği ülkeler ve izlediği güzergahın bir hartası konulmuştur ki, bu şekilde çalışmanın meşakkati az da olsa okuyucu tarafından anlaşılabilir.

Bu eser, normal okuyucudan ziyade bilimsel olarak koyu araştıran bilim adamları için büyük önem taşımaktadır. Kıymetinin bilinmesi dileğimle…


Mustafa Aksoy, Tarih’in Sessiz Dili Damgalar, Yeni Ufuklar Derneği, Istanbul: 2014.

10 Haziran 2015 Çarşamba

Pseudo-Linguistics

Yazan: Mehmet Levent KAYA

"Dil onu kullanan (konuşan) insanlarla birlikte yaşayan, esnek bir varlıktır." Bu özelliği ile canlıdır. Dil ile ilgili her çeşit çalışmada bu ilkeyi akılda bulundurmak gerekir. Dilin her ne kadar mekanik bir alanı varsa da, bu alan daha sonra konu üzerinde çalışan bilginlerce formülleştirilmiştir ve örneğin bir çocuk ana dilini öğrenirken bu mekanizmalarla hiç ilgilenmez.
Burada dil denen kavramı önemli kılan, bu kavramın herhangi insan toplumunun kişilik özelliği demek olan kültürünü dışa vuran ve yine bu özelliği ile taşıyan bir aygıt olmasıdır. İşte bu açıdan bakınca, dil insan topluluklarının etnik kimliklerini belirlemede önemli bir rol oynar. Ama sömürge imparatorlukları döneminden sonra çevremizde de örneğini çokça gördüğümüz üzere ikinci dilin ana dil yerini aldığı durumlar, söz konusu toplumların kültürel dönüşümlerinin başlangıcını gösterir.
İnsanların az bir kısmı işaret dili ile anlaşmak durumunda kalmakla birlikte, çoğunluk akvram imlerinin sese yüklenmesiyle oluşturulan sözel bir (ya da birden fazla) dil konuşur. Bu söylenen sözlerin ya da aktarılan bilginin saklanıp sonraya taşınması için ise uzun zaman önce, bugün "yazı" dediğimiz bir araç oluşturulmuştur.
Günümüzde kullanılan dillerin, ya da günümüze etkisi ulaşmış dillerin daha iyi anlaşılmasında geçmişlerinin anlaşılmasının önemli yarar ve katkıları olur. Geçmişte yazılı kültürleri olan dilleri çalışmak bu açıdan daha kolay ve şanslıdır.
Dünya'da günümüze kadar birkaç çeşit yazı dili kullanılmıştır. Eski Mısır'dan bildiğimiz "hieroglif" denen bir resim yazısıdır. Her bir kavramı gösteren resim biçimi zaman içinde idealleşerek bir yapıya girer. Böylece her im, karşılık geldiği resmin anlamını taşır. Dolayısıyla bu mantıklar bazı ek ve büklümleri göstermede yetersiz olsa da bu yazı hemen her dili yazmaya yarayabilir.
Mezopotamya'dan bildiğimiz ve "çivi yazısı" dediğimiz sistem ise bu hieroglifin bir sonraki aşaması olarak, idealleşmiş biçimlerin belirli çizim karakterlerine dönüşmesiyle oluşuyor. Böylece artık örneğin bir insandan söz edeceksek insan resmi değil, o resmin bu çiziklerle sadeleşmiş formunu çizerek yazmış oluruz.
Bu mantığın bir benzeri Çin coğrafyasına gördüğümüz ve ideogram denen yazı biçimidir. Düşün-yazısı anlamına gelen bu sistemde, her kavrama kendine benzeyen bir biçim verilmiştir ve dolayısıyla bu yazı da belirli sınırlar içinde kalsa bile her dili yazmaya imkan verir.
Mısır hierogliflerinin bir sonraki adımı, sadeleştirme yoluyla belirli biçimler elde etmek ve bunlara ses değerleri yüklemektir. Bildiğimiz Finike ve ondan türetilen Yunan, İbrani, Arami, Arap, Latin, Kiril yazıları bu mantıkla işler. Yani, bildirildiğine göre "öküz başı" betimi sadeleştirilerek üç çizgiye indirilmiş ve buradan buna öküz anlamına gelen "alef" adı verilerek, günümüzde kullandığımız "A" harfinin yolu açılmıştır. Dolayısıyla da bu yazı sistemleri ile kavramlar değil, her dilin kendine göre ses değerleri yazıya geçirilmiş oluyor. Bunlar içinde "harf" "ebced" "abugida(yarı ebced)" "hece" denen mantıklarla çalışan yazı sistemleri var, ama hepsi de gösterilen imlerin ses karşılığıyla ilgili.
İşte geçmiş dillerin çalışılmasında karşılaştığımız sorunlar bu yukarıda belirlediğim yazı sistemlerinin anlaşılması ve işlenmesiyle ilgili.
Hayranlarının adeta bir mesih gibi görmesine karşın bizim itiraz ettiğimiz Kazım Mirşan ile igili sorunumuz tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Bizim Mirşan'a itiraz ettiğimiz konu, iddialarına bir açıklama beklememize karşın bulamamış olmamız. Kendisi aşağıda sıralayacağım sorulara cevap verebilirse, biz de bu konularda aydınlanmış olur ve pekâlâ tezlerini (eğer mantıklı temellere dayandırıyorsa) kabul edebiliriz. Ama önce şu sorulara bir bakalım:
1. Mirşan mağara duvarındaki çizikleri bile okuduğunu iddia ediyor ve hatta çoğu zaman günümüz Kazakçası ile okuyor. Bugün "Kazak" dediğimiz toplum, Altın-Ordu devletinin yurttaşları iken, devletin dağılması ile kendi siyasi birliklerini sürdürmüş ve çoğunlukla Kıpçak, Oğuz ve Moğollardan çeşitli boyların bir tür federasyonu ile oluşmuş bir etnik kimliğin adı ve Kazak dili de böylece ortaya çıkmış, üç ağızdan da sözcük hazinesi içeren canlı bir varlık iken, bazen 15.000 yıl önceye tarihlediği mağara çatlaklarını nasıl Kazakça okuduğunu anlayamıyorum.
2. Yukarıda yazı türlerini tanımladık. Mirşan'ın okduğunu iddia ettiği yazılar düşünce yazısı mantığına mı, yoksa sesi betimleyen yazı mantığına mı uygun? Bu konuda şöyle uç bir örnek verelim: Antik dönemden kalma, taşa yontularak yapılmış, abartılı organlarıyla bir ana tanrıça figürü var. O dönemin teknolojisiyle taşın hangi araçlarla yontulduğu belli değil. Yontma sırasında keskinin dip kesimlerinde çeşitli çentikler kesişiyor. Mirşan bunların bile "yazı" olduğunu iddia ediyor ve okuyor. Kavram anlamıyla mı yoksa ses olarak mı okuduğu yine belli değil ama çentik olduğu belli olan bu çizikleri bile okuduğunu iddia eden bir adam ne kadar ciddiye alınır yahu?
3. Bizim örneğin "Divan-ı Lügati't-Türk" gibi kaynaklarımız var. Ayrıca günümüz ağızlarından da yararlanarak sözcük hazinelerimizi oluşturuyoruz. Mirşan'ın sözcük hazinesinde bazı kimsenin anlamadığı anlamlandırmalar var. Bunlar için kaynaklarının neler olduğunu henüz açıklamış değil.
4. Bu süreçte, bir sözü "biçim yazısı" ile mi, yoksa "ses yazısı" ile mi okuyor? Biz örneğin, Orkun yazıtlarında her imgeye bir ses karşılığı yüklemişiz, bunlardan "t2" "ẅ" "r2" "ẅk" diye adlandırdığımız imlerin bir araya gelmesiyle oluşan kavram imini "törük" diye okuyoruz. Mirşan eğer biçim yazısı kullanıyorsa, aynı anlama gelen imi hep aynı anlamda mı okuyor? Ses yazısı ise aynı ses imlerini hep benzer biçimde mi okuyor? Bu konuyla igili kendisinin bir okuma kılavuzu yayınladığını hiç görmedim. Hangi yazıyı hangi yazma sistemine göre okuduğunu bilmek istiyoruz. Hayranlarının onun okuyuşlarını latin çevriminden görüp hemen kabul ettiğini ve kendi canlarından daha aziz biçimde savunduklarını biliyoruz. Ama biz mümkünse, yazının orijinalini nasıl okuduğunu açıklamasını bekliyoruz. Günümüzde insanlar Mısır Hieroglifleri, Çivi Yazıları ve Çin İdeogramlarını öğrenip okuyor. Sonuçta Mirşan'ın okumalarının da bir sistemi olması gerekiyor ve bunu merak ediyoruz. "Ben okudum" iddiası tek başına bilimsel olarak bir anlam taşımıyor. Herkesin eleştirdiği Thomsen de "ben okudum" deyip işin içinde çıksa ve nasıl okuduğunu kimseye açıklamasaydı, iddialarını kimse kabul etmezdi.
5. Geçen gün başka bir yerde yazdığım gibi "toplumumuzda yaygın kabul gören Kur'an diye bir kitap var. Bu kitabı "Abdullah oğlu Muhammed" adında Mekkeli biri, "Allah" dedikleri bir yaratıcıdan doğruca aldığını söylüyor. Başka bir kaynağı yok. İnanmak ya da inanmamak kişiye kalmış. Mirşan da birşeyler okuyor. Ama kaynağı ya da sistemi bugüne kadar hiç açıklanmadı. Yoksa Mirşan da kendi kitaplarının peygamberi mi? Bu durumda, benzer biçimde inanmak ya da inanmamak kişiye kalmış; neden inanalım?
6. Mirşan tezlerinde dikkat çeken bir özellik de şöyle: Aslında bütün dünya Türk soyundan geliyordu (buradan yeryüzünde başka bir soy olmadığını anlıyoruz). Ama sonra bilinmeyen bir dönemde, örneğin bugün Fransa dediğimiz yerde biri bu insanlara Türklüklerini unutturup onları Fransızlaştırıyor (e, hani herkes Türk idi!). İşin ilginci, kutsal metinlerdeki "şeytan" figürüne benzer bu "biri" dünyanın farklı coğrafyalarında farklı kimliklerle ortaya çıkıp oraların yerlisi olan Türk soylu insanlara kimliklerini unutturup kendine benzetiyor. Dolayısıyla bu tarihi başlatan, çok gelişmiş, ileri düzeyde zeki olan bu Türk toplumu bu şeytanın oyununa gelip kendi kimliğini bırakıyor. Bütün dünya Türk soyu iken onlara kimliklerini unutturup da başka şeyler yapan bu "şeytan" ya da "şeytanlar" kim(ler)?.
                                                                                           *            *            *
Yukarıda değindiğimiz Orkun yazıtlarında 38 (otuz sekiz) im var. Türkçe bunlara "üsük" dendiği Turpan dönemi elyazmalarında açık biçimde belirtilmesine karşın, günümüzde hâlâ "damga" diyen bir kalabalık var. "Damga" ses yazısına geçmeden önce yaşanmış, düşünce ya da biçim yazısı mantığında işleyen imlere denir. Oysa söz konusu Türk yazısı ses değerli imler üzerine kuruludur ve "üsük" dendiği Turpan dönemi elyazmalarında açıkça belirtilmiş.
Bu üsüklerin, Türk dilinin "büyük ünlü uyumu" ve "küçük ünlü uyumu" denen yapısal özellikler iyice anlaşılarak kurgulandığı, özellikle Türk Kağanlığı döneminden sonraki yazılı kaynaklarda uygulanan yazım kuralları ile çok belirgince anlaşılıyor. Bu durumda, büyük ünlü uyumuna göre, on ünsüzün kalın ve ince ünlülere göre yazılan iki ayrı dizgesi var. Diğer deyişle, ince "b" ile "ba" hecesi yazılamaz. Küçük ünlü uyumu diye adlandırılan yapı ise, ilk hecedeki ünlüye göre izleyen hecelerde yazılacak ya da yazılmayacak ünlüleri belirlememize yarıyor. Bu durumda da, "Uluğ Törük Kağanlığ İli" yazarken "w" "l1" "g1" "t2" "ẅ" "r2" "ẅk" "k1" "g1" "n1" "l1" "g1" "l2" "i" imleri yeterli olur. Dİğer bir deyişle "k2" "a" "g2" "a" "n2" ... vb., imleri dizilerek "kağanlığ" diye yazılamaz.
Yine her dilde olan sesler vardır ve her dilin yazı düzeneği de bu ses özelliklerini karşılamak üzere yapılandırılır. Bu noktada Türk yazısında "h, v, f" sesleri hiç bulunmaz. Buradan Türk diline bu sesler ile denkleşiklerinin sonraki dönemde, (her ne kadar Mirşan'a göre dışarı diye birşey olmasa da!) dışarıdan girdiğini düşünürüz. Dışarıdan girmiş özel bir ad yazılması gerektiği durumda ne yapılacağıyla ilgili örnekler Bilge Kağan'ın yazdırdığı sözlerinde bulunuyor. Hint yönünden gelen temsilci için "m" "k1" "r1" "ç" sözünü kullanmış. "Makaraç" okunan bu sözün "maharaca" sözünün Türkçe seslenimi olduğu açıktır.
Günümüzde bu alanda etkinlik gösteren bazı kişi ve kurumlar ise okuyucularına kolaylık olması açısından dönem yazısını günümüz Türkçesine uyarlama yönünde bazı işler görüp, "k1"+"t2" birleşimi görünen bir im üretip "h" ses değeri, aşağı bakan ok iminin iki yanındaki çentiği ortadaki çizgi düzeyine kadar çekerek "f" ses değeri yüklemişler ve okuyucularına da böyle öğretip, böyle yapmaya zorluyorlar. Yine Türk yazısında olmayan "a/e", "o/u" "ö/ü" ayrımı yapmak üzere kimi imler de türetmişler ve okuyucularına yukarıda değindiğim kuralları yıkıp da sözleri latin yazı kurallarına uygun biçimde, bütün ses değerlerini göstererek yazmayı öğretiyorlar. Yukarıda dilin "onu kullananlarla birlikte yaşayan" bir varlık olduğunu ve yazının da bu dili saklamak için uydurulmuş bir aygıt olduğunu yazmıştık. Bir de "(ortak) kültürel miras" diye bir şey vardır. Bu tanım sahipleri artık geçmişte kalmış, ama günümüz yaşayanlarının ortak varisleri olduğu kültürel öğeleri ifade eder. Diğer bir deyişle "Türk yazı sistemi" hepimizin ortak kültürel mirasıdır; herhangi özel/tüzel kişiliğin mülkiyeti değildir. Günümüzde o dönem dilinden oldukça başkalaşmış bir dil kullandığımız açık biçimde ortadayken, biz o yazı dizgesini alıp korumak, gerekiyorsa olduğu gibi öğrenip kullanmak görevini taşıyoruz. Sözünü ettiğim "h, v, f, e, ö, o" imlerini üretme hakkını kimden ve nasıl aldıkları belli değil.
Kısaca Mirşan'ın önce dil alanında türetip sonra da kendi tarih tezini oluşturmasıyla yaşadığımız süreç, hiç bir kural tanımıyor. Bazı arkadaşlar durumu "bilim kimsenin tekeli değildir" diye savunmaya yelteniyor. Bu savı sonuna kadar desteklerim; bilim gerçekten kimsenin mülkiyeti değildir. Bilim tümüyle ve tümüyle onu bilim yapan ilke ve kuralların hükümranlığındadır. Bu durumda, yaptıklarını iddia ettikleri bilim alanıyla ilgili hiç bir kural ve ilke bilmeyen, bu ilkeleri de sürekli ihlal eden, her kazıntıyı kendi keyiflerine göre okuyan ama kaynak olarak kendi "vahiylerinden" başka bir yer göstermeyen ve bu ilkelerre göre çalışan bilim insanlarına sürekli hakaret içeren eleştiriler yönelterek kendilerini meşrulaştırmaya çalışan insanların bilim yaptığını nasıl söyleyebiliriz? 

16 Mayıs 2015 Cumartesi

KISA AMA ÖNEMLİ BİR NOT!

Türkçüler, Türk Tarihini bir bütün olarak sever ve benimserler. Osmanlı'yı severiz ama Osmanlıcı değiliz. Mustafa Kemal Atatürk'ü severiz ama Kemalist değiliz. II. Dünya Savaşı'ndan bu tarafa Türkçülüğü Osmanlıcılaştırma heveslilerine nasıl karşı durduysak, son dönemlerde artmaya başlayan Türkçülüğü Kemalistleştirme uğraşlarına da aynı derecede karşıyız. Kendi amaçlarınıza Türkçülüğü alet edemeyeceksiniz!

12 Mayıs 2015 Salı

11 ADIMDA PSEUDO-HİSTORİAN OLMAK


1.   Tarih, arkeoloji, dil gibi sosyal bilimlerin dışından bir alana mensup olacaksınız. Bu alanlar olmasın da, ister seksolog, ister baytar, isterse ev kadını olun fark etmez. Yeter ki tarihçi, arkeolog, dilci olmayın.

2.  Siyasal bir geçmişiniz olacak ama bu geçmiş, çoğunun tahmini hilafına milliyetçilik olmayacak. Hatta milliyetçiliğe düşman olacaksınız ama yine de milliyetçi söylemlerde bulunacaksınız.

3.     Kendinize daha evvel kimseciklerin kullanmadığı bir isim bulmanız gerekiyor. Bu isim mümkünse kimselerin, sizin de dahil, anlamını bilmediği ama yazıtlar da falan geçiyor diye beğenilen “öztürkçe” bir isim olmalı. Ananızın, babanızın verdiği isimle bu işler olmuyor.

4.Milliyetçi camiada sözü geçen bazı saçları beyazlamış erkek akademisyenleri bulup facebook üzerinden ekleyeceksiniz. Ekledikten sonra facebook’taki bütün paylaşımlarınıza bu hocaları da etiketleyin ki herkes sizin o hocayla nasıl bir “muhabbetiniz” olduğunu görsün.

5.İnternetten bulduğunuz bütün fotoğrafların altına “eşşek kadar” adınızı yazıp facebook’a koyun. Böylece herkes sizin ne kadar bilgili, ne kadar allame olduğunuzu bir defa daha görsün.

6.İnternette paylaştığınız “şeyler”in içinde de bazı çok beylik sözleri sıkıştırın. Alakası olsun olmasın bol bol “ön”, “kadim” sözlerini kullanın. Bu hedef kitlenizin çok hoşuna gidecektir.

7.Yazdığınız, paylaştığınız “şeyler”deki tarihler önemsizdir. Hedef kitleniz böyle “küçük ayrıntılar”a önem vermez. Pekala “9. Yy’da Suriyede Selçuklu eseri” yazabilir, Hicri 12. Yy’a (Miladi 18. Yy) ait bir mezar taşının altına “Selçuklu” yazarsınız. Kimse de buna itiraz etmez. Hatta “ovvvv ne muhteşem” de derler. Elinizi korkak alıştırmayın!

8.Paylaşımlarınızın başına “Gizli”, “Saklı”, “Kimseciklerin Bilmediği” falan gibi bir başlık koyun ki hedef kitlenizdeki merak duygusunu canlı tutun.

9.Bütün bunları yaptıysanız zaten sizin büyük bir hayran kitleniz oluşmuştur. Eğer kadınsanız, bu “şeyleriniz”in altına “oooo muhteşemsiniz”, “ne kadar da güzelsiniz”, “tam bir Türk kızı”, “özelden mesaj attım”, “beni ekler misiniz”, “cam aç” türü yorumları da beğenip “teşekkür ederim arkadaşlar. Beni şımartıyorsunuz” vb şeyler yazacaksınız. Erkekseniz siz de kendiniz gibi pseudo-historian kilisesi mensubu bir hanımefendinin sayfasında örneğini verdiğim şeyleri yazarsınız.

10.Şimdi sırada internette geniş kitlelere açtığınız bu “şeyler”i kitap adı altında yayınlamaya geldi. Bunun için de öncelikle bir sponsora ihtiyaç var. Ancak internet üzerinden yeterince kişiyle “tanıştığınızdan” bu hiç de zor olmaz. Hatta sponsorlar kapınızı aşındırır.

11.Kitabınız da yayınlandığına göre artık tam bir pseudo-historian oldunuz demektir. Artık siz de “böyle bilgi olur mu? Bu ne biçim kitap? Bu yazılanların tamamı yanlış” diyerek sizi eleştiren bilim adamlarını “batı tarzı eğitimle yetiştirilmiş batının etki ajanı” olmakla suçlayabilir, yanınıza aldığınız bazı akademisyenlerle birlikte “iyi niyetle yapılmış çalışmaları baltalamayın” diyebilir, karşınızdakileri “Türk düşmanı” olmakla itham eder, evliyseniz beyinize, bekarsanız avukatınıza söylemekle tehdit edebilirsiniz.

Haaaaa ama karşınıza bir deli çıkar, bütün bunlara rağmen sizinle “uğraşmaya” devam ederse ne yaparsınız bilmem!


12 Nisan 2015 Pazar

GENÇ SOSYALBİLİMCİLER RAHATSIZ

Evet, genç sosyalbilimciler rahatsız. Sosyal bilimler her aklına esenin kalemoynatıp söz söyleyebileceği alanlar değildir. Asırlık bir inşaat mühendisinin çıkıp –sözde- yazıt okumasından rahatsızız. Yazıt okumak, hele kullanılmayan alfabelerin yazılarını okumak kolay bir iş değildir. Öyle olsa epigrafi diye bir alan ve bu alanda uzmanlaşmış akademisyenler olmazdı.

Genç sosyalbilimciler rahatsız. Bir Hindicilik ve Tavukçuluk Uzmanı’nın çıkıp “Neolitik’ten Günümüze Türk Tarihi” isimli bir kitap yazmasından ve üst başlık olarak da “BAŞYAPIT” adını vermesinden rahatsızız. Bir veterinerlik mezununun genetik tarih adı altında olmamış şeyleri “öyleymiş” gibi göstermesinden rahatsızız. Bir ev kadınının, bir resim öğretmeninin, bir müzikoloğun, bir piyanistin, bir baytarın, bir hindicilik ve tavukçuluk uzmanının, son olarak da bir seksoloğun[1] “Kadim-Ön-Türk Tarihi” adı altında tarihi tahrif etmesinden rahatsızız. Tarih tahrif ediliyor, dil tahrif ediliyor, arkeolojik eserler tahrif ediliyor, en önemlisi de gelecek tahrif ediliyor. İnternet çağında 15-16 yaşındaki gençlerin ilk ulaştıkları “şey”ler maalesef ki bu yazılar oluyor. Bunlardan rahatsızız. 3-5 yıl sonra üniversite sıralarına gelecek olan gençlerin bu uydurmalarla şartlanmış olarak gelip hocalarının söylediklerine kulak asmayacaklarından ve sonrasında akademik hayatta yer aldıklarında bu palavraları gerçekmiş gibi anlatacaklarından dolayı rahatsızız. Akademik bir makale ya da kitabı yayınlamanın bu kadar zor olduğu ülkemizde, bu uydurmacı pseudo-historian tayfanın nasıl olup da bu kadar çok ve kolay kitap yayınlayabildiklerini merak ettiğimiz için rahatsızız. Son aylarda bazı hocalarımıza, terbiye sınırlarını aşan şekilde saldırdıkları için rahatsızız. Sağda-solda âlim pozları takınmalarından rahatsızız.  Bu kadar saçmalamalarına rağmen hala gazete ve tv’ye çıkartılmalarından, kitaplarını satmalarından rahatsızız. Mithradathes’i Büyük Bedri, Palmyra Kraliçesi Zenobia’yı Zeynep Sultan adıyla Türkleştirdiklerini sandıkları için rahatsızız. “Kamerun’un kuzeyine kadar bütün Afrika genetik olarak Türktür” denebildiği için rahatsızız. “Altay Dağları Türklerin yaşaması için küçüktür. O sebeple Türklerin ana yurdu Van Gölü’nün güneyiyle Irak’ın kuzeyi arasındaki bölgedir (yani Hakkari Vilayeti)” denebildiği için rahatsızız. M.Ö.’sine ait bir heykeli Uygurlar’a mâl eden çok “bilgili” resim öğretmenlerinden, yazdıklarının yanlışlığını söyleyenleri beyine şikayet etmekle tehdit eden ev hanımlarından, dağ başındaki bir çalının taşta bıraktığı çiziği bile Türkçe olarak okuduğunu iddia eden yüksek inşaat mühendislerinden rahatsızız.

Bir de yukarıda izah ettiğim kişilere “hocam” diyen, paylaştıkları fotoğrafların altına “ovvvvv ne kadar da muhteşem bir keşif” diye “yorum” yazan; bu saçma “şeyleri” daha geniş kitlelere yaymak için kitap ve makale olarak yayınlayan, tvler’e çıkartan ve onları alıp konferanslar verdirenlerden rahatsızız.

Velhasıl rahatsızız ve rahatsız olmaya devam edeceğiz. Zaten bilim, hele sosyal bilimler rahatsız olmayı gerektirir![2]




[1] Bu üç meslek de kesinlikle abartı ya da yazıyı karikatürleştirmek için eklenmiş değildir. Bu üç meslek grubundan da uydurma tarih kitapları yazanlar var.
[2] Not: Bu yazı memleketimizdeki güzide uydurmacı pseudo-historian taifenin tabiriyle “Batı Tarzı Eğitimle Yetiştirilmiş, Batı’nın Etki Ajanı” tarafından yazılmıştır.