30 Eylül 2014 Salı

ORDİNARYÜS'ÜN FAHİŞ YANLIŞLARI

Türk dili ve tarihi üzerinde çalışan Batılı bilginlerden birçoğu Akdeniz'den Çin içlerine kadar yayılan ve kendilerine “Türk” diyen insanları, ilmi görüşle, tek bir millet saydığı gibi, bazıları da İstanbul'dan Çin içlerine kadar uzanan geniş bölgede, mesela İstanbul Türkçesi konuşarak herkesle anlaşmanın kabil olduğunu belirtmişlerdir.

İstanbul Türkçesiyle veya herhangi bir Türkçe ile bu iki uç arasındaki herkesle anlaşmak kabil olmasa bile, onlar yine tek milletin fertleridir. Çünkü aynı soyun ve aynı tarihin çocuklarıdır. Tek başına, dil, bir milletin olması ve veya olmaması için kesin ölçü değildir. Tek lehçe ve tek dil nihayet bir eğitim ve siyasi birlik mahsulüdür. Küçük İtalya yarımadasındaki İtalyanların bile tek millet oldukları halde, bölge bölge birbirleriyle anlaşamadıkları herkesin malumudur. Münihli dostum Prof. Kissling, Almanya'nın uzak bir bölgesinde yerleşmiş olan bir akrabası ile Almanca konuşarak pek güçlükle anlaşabildiğini bana bizzat söylemişti.

Fakat Türk milleti uzun zamandan beri bölünmüş ve ayrı siyasi hâkimiyetlere düşmüş olduğu halde, bugün bile, birbirlerinin anladığı lehçe ve ağızlarla konuşan bir topluluktur ki bu, milletimizin bir mucizesi ve yaşama gücünün itiraz kabul etmez bir tanığıdır.

Dil, tek başına bir millet yapan unsur olmadığı halde bugün yeryüzündeki milletlerin hemen hepsinde dil, milli faktör olarak mevcuttur. Bunun dışında İsviçre ve Belçika'yı örnek göstermek moda ise de Belçika'da son zamanlarda uyanan Flaman milliyetçiliği bu modayı da demode etmiştir. İsviçre'ye ise bir millet demenin ne kadar mümkün olduğunu idrak sahipleri bilir. Hitler'in ikbal günlerinde Alman İsviçre'si de beliren Nazizm ve Büyük Almanya ile birleşmek cereyanları, İsviçre külünün altındaki koru pek güzel ortaya dökmüştür.

Devletleri siyasi sınırları içindeki halka siyasi olarak “millet” demenin sosyal gerçeklerle hiçbir ilgisi olmadığını yirminci yüzyılın pek çok olayları bize göstermiştir. Bazen bir siyasi birlik birkaç milletten mürekkep olduğu gibi, bazen de bir millet ayrı ayrı birkaç siyasi sınır ve topluluk içinde bulunabilir.

İnsaf ile söylensin: Avusturyalılar, Alman değildir de ayrı bir millet midir? 1805 yılına kadar bütün Alman devlet ve milletinin lideri olan Avusturya'yı, siyasi kader ayrı bir devlet haline soktu diye ayrı millet mi sayacağız? Bunun gibi dün, evvelki gün, daha evvelki gün ve ondan daha evvelki gün bir devlet halinde yaşadığımız şu, o, öteki ve daha öteki Türkleri ayrı milletler saymak gerçeğe, tarihe, akla mantığa, vicdana ve hele Türklüğe ve Türkçülüğe sığar mı? Uzun zamanların ve mesafelerin ayırması bile bir milletin parçalarını tek millet olmaktan çıkarır mı? Çıkarırsa bu İsrail Yahudileri nerden peydahlandı? İki bin yıldan beri ne dil, ne vatan, ne ırk, ne gelenek... Hiçbir ortaklaşa tarafları kalmamış, yalnız milli dinleri ile milli inançları elden gitmemişti. İrlanda, Fransa, Bulgaristan, Türkiye, Suriye ve Yemen'den gelen bu tip tip ve dil dil Yahudiler tek millet oluyor da ben neden esas bakımından aynı dili konuşan Tebrizli veya Genceli, neden Kırımlı veya Kazanlı, Taşkentli, Kaşgarlı veya Kulcalı ile hatta neden Altaylı veya Sibiryalı ile aynı millet olmuyorum?

Sakarya boğuşması sırasında bizim için “Uzaktaki Kardeşime” diye şiir yazan Kazak Mağcan veya Kunuri şehitlerinin hatırasına mevlit okutarak ağlayan Japonya'daki Tatarlar benim milletimden değildir de Anadolu'daki Devşirme artıkları mı bendendir?

“Bu da nerden çıktı? Bunu iddia eden mi var” diyeceksiniz. Var, var... Hem de bu bir Komünist, bir renksiz veya bir Selanik Dönmesi değil. Bu, milliyetçi diye bilinen, anayasa Ordinaryüs profesörü ve hukuk bilgini Ali Fuat Başgil'in ta kendisi...

Ordinaryüs, “Seçim konuşmalarım” diye Son Havadis'te yayınladığı bir seri makalenin ilkinde (7 Ekim 1961) şu büyük tarihi ve milli yanlışlığı yapıyor:

Biz, Türkiye Türkleri, muhtelif din, dil, tarih ve ırktan birçok millet elemanlarının asırlar içinde ve İslam kültürü kazanında kaynayıp hal ve hamur olmasından meydana gelmiş mürekkep bir milletiz... Gerçi dil elemanlarımız bakımından Orta Asya ile yakın bir hısımlığımız var. Fakat biz ne beden ve ne ruh yapımız itibarı ile Orta Asyalı değiliz. Biz bilakis İslam çemberiyle çevrilmiş bir ülkede, ırklar sentezi halinde kendi başına yaşayan, nev'i şahsına münhasır bir milletiz.

Ordinaryüs, görülüyor ki tahsilini tamamladığı Fransa'nın büyük tesiri altında kalmış ve Fransızların kendi milletlerini tarif için kullandıkları formülü aynen bize tatbik etmeye kalkışıvermiş.

Kendisine şunu hatırlatayım ki “ırk” demek mutlaka başlangıçtaki şekliyle ırk demek değildir. İki, bazen üç, bazen daha çok ırkın karışmasıyla da ırklar teşekkül edebilir. Fransızlar Kelt, Latin ve Franklar'ın karışmasından doğmuş olmakla beraber yine de bir Fransız ırkı vardır. Fransızlar, tarihin gözü önünde doğmuş bir millet olduğu için hangi unsurlardan mürekkep olduğunu biliyoruz. Tarihe, teşekkül etmiş bir ırk olarak çıkan Türkler de belki daha eski zamanlarda iki üç unsurdan mürekkepti. Tarihin huzuruna çıktıktan sonra artık ırk olarak, onun terkibine yeni bir şey eklenmedi. Ufak tefek toplukların büyük yığın içinde erimeleri, siyasi evlenmeler, savaşlarda alınan tutsaklar falan artık yeni bir tesalüp değil, daima görülen ufak çaptaki temsiller ve eritmelerdi. Hele On Birinci Yüzyılın ortasından sonraya rastlayan Türkiye'nin kuruluşu ise daha bol tarihi belgelerle bilindiği için adeta Anadolu Türklüğünün kan tertibini ortaya koymak bile mümkündür denebilir. Türkler gelirken köyleri bırakıp kaçarak surlar içindeki şehirlere sığınan yerli halkın durumu ve miktarı, Anadolu'ya ilk gelen Türklerin sayısı, bunların yerlileri toptan tasfiyeleri, daha sonra Orta Asya'dan gelen göç dalgaları, türlü oymak, boy ve ulusların adları ve sayıları hakikate çok yakın bir sıhhatle malumumuzdur.

Bundan başka bu millet Anadolu'ya, Frankların Galya'ya gelişi gibi gelmiyordu. Franklar iptidai Cermen boylarıydı ve Galya'da yüksek Roma kültürüne çarpıyorlardı. Türkler ise devlet teşkilatı ve geleneği, kuvvetli örfü, edebi dili, destanı, kültürü ve sanatı ile geliyordu ve Anadolu'da rastladığı iki yerli milleti, yani Ermenilerle Rumları o kadar aşağı görüyordu ki ondan hemen hiçbir şey almaya tenezzül etmiyordu. Başgil'in dediği ırklar ve kültürler kaynaşması olsaydı dilimizde 11–12. yüzyıllar kültürüne ait kelimeler baştanbaşa Türkçe olmazdı. Selçuk tarihinin değerli bilginlerinden Faruk Sümer, türlü yazılarında bu hususiyetleri belirtmiş, Anadolu'ya gelişimizi tarih ve kültür bakımından aydınlatmıştır. Başgil bunların hiçbirini bilmeden, Türkiye devletinin başı olan Selçukların da hangi devletin devamı olduğunun farkında olmadan “biz muhtelif ırkların kaynaşmış halitasıyız” fikrini ileri sürerse hiçbir tarihi gerçeği söylemiş olmayacağı, bilakis tarihi bir gaf yapmış olacağı gibi, üstelik Bolşeviklerin de ekmeğine yağ sürmüş olur. Bolşeviklerin de kırk yıldır, Orta Asya Türklerinin bizimle ilgilerini kesmek için yaptıkları propaganda bunun aynıdır.

Ordinaryüsün iddia ettiği gibi biz Anadolu'da kurulmuş bir millet değiliz. Anadolu'ya gelişimizden yüzyıllarca önce Orta Asya'da kıvama gelip millet olmuştuk. Yerleştiğimiz ve açtığımız ülkelerdeki bir kısım halkın Türkler içinde erimesi, bu terkibi, yukarıda da işaret ettiğim gibi, asla değiştirip bozmuş değildir. Aksi halde bu gün yeryüzünde teşekkül etmiş hiçbir milletin bulunmadığını, hepsinin teşekkül etmekte devam ettiklerini kabul etmek icap eder. Çünkü her milletin fertlerinden birçokları yabancılarla evlenmekte devam halindedir.

Ordinaryüsün iddiasını kabul eder de, Anadolu'daki milletin (ki artık buna Türk milleti denemeyeceği şüphesizdir) bir karma millet olduğu sonucuna varırsak, bu milletin hangi yüzyılda kıvama geldiğine cevap vermek pek güç bir mesele olacaktır. Bu karma millet, bu Anadolu milleti Hititler, Frigler, Lidyalılar, Grekler, İranlılar, Romalılar, Araplar, Kürtler, Oğuzlar, Moğollar ve bu arada tahmini güç bir takım eciş bücüş cemaatlerin İslam kültürü kazanında kaynamasından doğmuş bir millet olduğuna göre ancak yeni yeni millet haline gelmiş olsa gerekir. Çünkü bu kazana 19. Yüzyılda Kafkasya'dan birkaç yüz bin Çerkez, Abaza ve Çeçen de katılıp kaynamaya başladığına göre hallü hamur olma işi ancak yeni bitmiş ve karma Anadolu fethine ve savunmasına katıldıkları halde İslam kazanında kaynamayan ve sayıları 8–10 milyon tahmin edilen Kızılbaş (= Alevi, Tahtacı, Çepni v.b) Türkler bu karma milletten değildir. Ordinaryüsün iddialarından çıkan sonuç budur.

Başgil'in Türkler ve Türklük hakkında birazcık bilgisi olsaydı “ biz ne beden ve ne ruh yapımız itibarıyla Orta Asyalı değiliz” sözlerini söylemeyecekti. Orta Asya Türkleriyle Anadolu Türklerinin bir kısmı, özellikle İç Anadolu Türkleri arasında büyük bir beden yapısı benzerliği vardır. Başgil askerlik yaptığı sırada Orta Anadolulu erlerin tiplerine hiç dikkat etmedi mi? Anadolu'da Orta Asya Türkünün, Hun'un ve Gök Türkün tipi o kadar kuvvetle yaşıyordu ki daha geçenlerde Kırımlı sandığım güzel bir Türk kızının Adanalı Yörük çıkması üzerine ben bile hayretler içinde kalmıştım. Ordinaryüs bütün Anadolu'nun Orta Asya tipinde olmadığını söyleyebilir. Doğrudur. Netekim bütün Orta Asya da Orta Asya tipinde değildir. Bunun gibi bütün Anadolu'da da tek bir beden yapısı yoktur. Fakat onlar yan yana konduğu zaman derece derece birbirine benzeyen, ayrılıkları türlü sebeplerden ileri gelen, buna rağmen aynı milletin ve ırkın çocukları olduğu anlaşılan tiplerdir. Antropoloji ve veraset bilgisinin gösterdiğine göre tabiat melezliği yok ettiği için de birkaç kuşak sonra, Türklerin hepsi, yabancılarla karışma devam etmediği takdirde asli tiplerine döneceklerdir.

Ordinaryüs'ün Türk tarihini hiç bilmediği, biliyorsa kasıtla değiştirdiği de şurada anlaşılıyor. Diyor ki: “Biz, bilakis, İslam çemberiyle çevrilmiş bir ülkede, ırklar sentezi halinde, kendi başına yaşayan, nev'i şahsına münhasır bir milletiz”.

Bu ifadenin neresini düzeltmeli? Bir kere biz İslam çemberiyle çevrilmiş bir ülkede değiliz. Doğu ve güneyden Müslümanlarla, kuzey ve batı yönünden Müslüman olmayanlarla sınırdaşız. Ordinaryüs acaba dünyada kimlerin Müslüman, kimlerin Hıristiyan olduğunu da mı bilmiyor? Sonra “kendi başına yaşayan, nev'i şahsına münhasır millet” derken kastettiği manada da kendi başına yaşamış değiliz. Daima diğer Türklerle siyasi ve kültürel bağlantılar halinde bir tarih geçirmişizdir. Anadolu Türkleri bir zaman Merv, Rey veya İsfahan'daki Büyük Selçuklulara tabi idiler. Bir zaman da Karakurum'a bağlı kaldılar. Daha sonra Tebriz veya Meraga'dan idare olundular. Osmanlı padişahı II. Murad da Aksak Temir'in oğlu Şahruh'a tabiydi. Ordinaryüs bu tarihi mütearifelerden haberi olmadığı için bizi Anadolu'da kapalı yaşayan bir topluluk diye tasavvur etmekte mazur olabilir.

Hatta o Anadolu ile Azerbaycan ve Türkistan arasındaki çok sıkı kültür bağlarından da habersiz bulunabilir. Fakat bu özrü ve bu habersizliği ile tarihi gerçeği değiştirerek bizi parçalamaya kalkarsa o zaman kendisine işte böyle “dur!” denilir.

Ali Fuat Başgil seçim konuşmaları yaparken kendisinden yaşına, ilmine ve halk arasında kazanmış olduğu değere uygun fikirler beklenirdi. Nihayet her seçim konuşması parçalayıcı değil, derleyici bir çeşni taşımaya da mecburdur. Ordinaryüs ise, sanki Türkiye'nin hiçbir derdi, hiçbir davası yokmuş gibi, bir seçim yazısında asla ele alınmayacak bir konuyu kurcalamakla kendisi ve partisi adına büyük pir gaf yapmakla işe başladı. Yazdıklarında tarihi ve ilmi bir hakikat olsa, lüzumsuzluğuna rağmen buna yine katlanırdık. Fakat tarih olmuş hakikatleri hiçe sayarak, tarih kültüründen tamamen mahrum bir halde, Türk milletini bölmekle Başgil önce bütün Türkçüleri kendisinden soğutmuş, sonra sayıları bir milyona varan Kırım menşeli Türklerle birkaç yüz bin Türkistan türkünün kalbini kırmıştır. Demek ki bilgin olmak gafil olmaya mani değilmiş. Devletin yukarı kademelerine geçmeye aday olanlara tarih kültürü ve milli şuur verilmezse işlerin nereye varacağı şimdiden belli olmaktadır. Ordinaryüs, cumhurbaşkanı adaylarındandır. Bir cumhurbaşkanı düşününüz ki kendi milleti hakkındaki fikri Kremlin'in parçalayıcı fikirlerine tıpatıp uymaktadır ve bunu hainliğinden değil; gafletinden, bilgisizliğinden yapmaktadır. Bundan büyük felaket olur mu? Burada yine ölmez Bilge Tonyukuk'u ve onun kendi anıtına yazdığı bazı satırları hatırlıyorum.

Deminden beri tartışma konusu yaptığım yazı, Ali Fuat Başgil'in milliyetçilik aleyhindeki ilk ve tek yazısı değildir. Onun bu aleyhtarlığının çok öncelere kadar uzanan bir geçmişi vardır. 19.12.1950 tarihli Zafer'den alınan, “İdeal Buhranı” başlıklı yazıdaki şu satırlara bakınız:

Zamanımızda din nasıl devlet prensibi olmaktan çıkarak fert ve cemaat vicdanına sığınmış ise, milliyet fikri de devletlerarası hukuk prensibi olmaktan çıkmalı ve milli vicdanlarda yaşamalıdır. Ta ki bu sayede milletler, kendilerini ayıran dağ ve denizler üzerinde birbirine el uzatıp barış içinde hayat için iş birliği yapabilsin.

Milliyet fikri en sulhçu ve en terbiyeci şekliyle alınsa bile bu fikrin milletlerarası münasebetlerde ayırıcı bir rol oynadığı ve kolektif bir egoizme götürdüğü inkâr edilemez.

Milliyet fikrinde bulamadığımız yüksek ideali ırk fikrinde hiç bulamayız. Çünkü ırk, biyolojik bir realite olmaktan ziyade çok kere mefruş ve romantik, bazen de tarihi bir hâsıladır. Hususi ile milliyet gibi ırk da mahalli ve menzildir. Bunlarda insan şümul bir mana ve ihata yoktur...

Yirminci asır dünyasının muhtaç olduğu ideali dinler verebilir mi? Vermesini bütün gönlümle arzu ederdim. Fakat dinlerin yeniden milletleri barıştırıcı bir rol almaları maalesef çok güç ve uzak görünüyor.

Bunların manası nedir? Milliyetçi sanılan, dinci bilinen ve Türk köylüsü tarafından Ali Hoca diye sevildiği ileri sürülen Ordinaryüs ne milliyetçiliğe, ne ırkçılığa, ne de dinciliğe yanaşmıyor. Bunları, milletleri birbirine düşman eden fikirler diye görüyor ve açıkçası milliyet ve dini modası geçmiş bularak müşterek bir insanlık istiyor. Ne yüksek fikir! Milliyetler ve dinler hakkında komünistlerle masonlar da aynı görüşe sahiptir.

Fakat bitmedi... Ali Fuat Başgil, komünist Nazım Hikmetof'un haksız yere hapse atıldığını, aslında onun yurtsever ve büyük bir şair olduğunu ileri sürerek kurtulması için kampanya açan Selanik Dönmesi Ahmed Emin'in fikrine de ortak çıkmış ve Hikmetof'un kurtulması için diğer birçoklarıyla birlikte ve birçok solcularla birlikte o da imza atmıştır.

Şimdi, Ali Fuat Başgil'i devlet başkanı yapmak isteyenlere soruyorum: Başka adam bulamadınız mı? İç ve dış Türkleri ayrı milletler sayan, milliyetçiliği milletlerarası münasebetlerde ayırıcı rol oynayan kolektif bir egoizm diye gören, dinin bugün için bir ideal veremeyeceğini iddia eden ve Nazım Hikmetof'un hapisten çıkması için birçok solcularla birlikte bir kâğıda imza atan bu ordinaryüsten başka kimseyi bulamadınız mı? İsmet İnönü de aynı meseleler yüzünden öldürücü tenkitlere uğramamış mı idi?

Bir devlet başkanı seçimi siyasi bir iş olmadığı, siyasetin üstünde yer aldığı için fikrimi söylüyorum: Bula bula Başgil'i mi buldunuz? Siz de kuru şöhretlerin ardında mı koşacaksınız? Yoksa milliyetçi değil misiniz?

Yahut bunların hiçbiri değil de koyu bir gaflet bulutu içinde misiniz? Böyle ise, işte size Ordinaryüsün fikri yönünü açıkladım. Kimin devlet başkanı olması gerektiğini de ben öğretecek değilim ya...

Şu biçimsiz olay da gösteriyor ki bu memlekette Türkçülerden başka sağlam ve gerçek milliyetçi yoktur. Şartla şurtla milliyetçilik olmaz. Bütün insanları Türklerle eşit tutan yahut bir kısım Türkleri başka bir millet gibi gören milliyetçiliğe de gülünür. Milliyetçilik her şeyden önce maşeri bir bencilliktir. Milliyetçiyim ama Arap veya Moskof kardeşlerimi de çok severim dedin mi, milliyetçi değil, kozmopolitsin demektir.

Başgil'in yaptığı milli gaf o kadar büyük ve korkunçtur ki bunun yargılanmasını yapmak için Yüce divanlardan daha büyük pir Yüce divan bile kâfi gelmez. Başgil bilginmiş, uluslararası çapta imiş... Bana ne? İsterse yıldızlararası çapta olsun. Milli şuura malik olmadıktan sonra ben onun bilginliğini ne yapayım? Türklük hakkında müspet bir fikri olmayacak olduktan sonra dünyada Ali Fuat Başgil'e bile hocalık edecek nice anayasa profesörü bulunabilir. Yazık Türk milletine... Yüzyıllarca zahmet çeksin, kan döksün, vergi versin, sonra onun münevver bilginleri, toplayıcı ve kurtarıcı formülleri bulacakları yerde onu parçalasın... Yazık... Yazık...

Sözlerimi bitirirken Ordinaryüse özet olarak şunları hatırlatırım:

1- Türkiye ve Orta Asya Türkleri beden ve hele ruh yapısı bakımından aynı olan tek millettir.

2- Türkiye Türkleri Anadolu'da teşekkül etmiş değil, Anadolu'ya teşekkül etmiş olarak gelmiştir.

3- İstila ve akınlar dolayısıyla, ister istemez Türk topluluğu içinde eriyen unsurlar onun ırki hüviyetini bozmaz.

4- Türkiye ve Türkistan arasında bazı farklar olduğu şüphesizdir. Fakat Türkiye Türklerinin, mesela doğu ve Ege bölgelerine mensup olan fertler arasında da bir takım zaruri ayrılıkları vardır ki bunlar “gayri” olmayı istilzam etmez.

5- Türkiye ve Türkistan Türkleri, tarihlerinin birçok devirlerinde aynı siyasi topluluğa mensup olmuş, kültür mübadelesi ise daima devam etmiştir. Sultan Aziz çağında, Doğu Türkistan'dan Çinlileri atarak bağımsız bir devlet kuran Atalık Gazi Yakub Han'ın ilk iş olarak Osmanlı padişahım metbu tanımasındaki büyük manayı Ordinaryüs, şöyle salim kafa ile biraz düşünsün.

6- Türklüğü parçalamaya çalışan kuvvet komünizmdir. Bilimsel kanaat kuruntusu ile Türkleri ayrı milletler gibi ileri sürenler, bilerek veya bilmeyerek komünizme hizmet ediyorlar demektir.

Bu böyledir. Gerisi laf ü güzaftır...
 

ATSIZ

22 Eylül 2014 Pazartesi

DÂRÜLFÜNÛN'UN KARA, DAHA DOĞRU BİR TABİRLE, YÜZ KIZARTACAK LİSTESİ

Darülfünunun ıslahatının zamanı yaklaştıkça darülfünunun müderrisleri ve muallimleri arasında gittikçe artan telaş ve dedikoduları yakından seyretmek, ibretle bakılacak bir levhadır. Memleketin ilim ve irfan ordusunun bu başı bozuk erkânı harpları yeni yapılacak Darülfunünun kadrosunda bir yer alabilmek yahut da arkadaşının ayağını kaydırarak onun yerine geçebilmek için sürekli bir kompas halinde bulunuyorlardı. Biz bu heyetin büyük kısmının ilminin, daha doğrusu cehaletinin derecesini pek yakından bildiğimiz için bunların eserlerinin listesini yapmayı düşündük. Fakat maalesef bu listeyi bütün darülfünunun fakültelerine teşmil edemedik. Tıbbiye hocalarının eserleri hakkında malûmat almak için bu müesseseye mensup bir doktor arkadaşa müracaat ettiğimiz zaman kendi mensup bulunduğu fakültenin cehalet hüccetini kendi eliyle veremeyeceğini, bununla beraber kendi fakültesinin diğer fakültelerden üstün olduğuna ehlin bulunduğunu söyledi.

Hukukçuların eserleri için hukuku bitirmiş üç arkadaşa müracaat ettik. Birincisi, kendisinden hukuk müderrislerinin eserlerinin listesini istediğimiz zaman, hayretle bakarak "eserleri yok ki listesi olsun" dedi. "Hiç bir şeyleri de mi yoktur?" diye sorduk. "Bazı öteberileri vardır ama insan onlara eser diyemez" cevabını verdi. Şu halde kendilerinin nasıl hukuktan mezun oldukları ve imtihana hangi kitapları okuyarak girdikleri hakkındaki sualimize de sadece güldü. Hukuktan mezun olan diğer iki arkadaştan hukuk müderrislerinin eserlerini öğrendik. Bu arkadaşlar dersi sıkıcı, takriri fena olmakla beraber profesör denmeye lâyık yegâne hocalarının "hukuk usulü muhakemeleri" müderrisi Mustafa Reşit Bey olduğunu söylediler. Bu müderrisin eserleri istisna edilirse diğerlerinin eseri olarak, talebe tarafından taş basması olarak bastırılan, notlardan başka hemen hemen bir şeyleri olmadığını ilâve ettiler.
Hukuk hocalarının eserleri
Muammer Raşit B. (Hukuku hususiyeti düvel): Bugün darülfünunun emini olan bu kıdemli müderrisin yegâne eseri 16 sayfalık bir hülâsadır. Bir de kendi mesuliyeti altında olmaksızın talebesi tarafından basılmış taş basması notlar.
Mithat B. (Hukuku âmme): Taş basması notlar.
Etem Akif B. (Tıbbi adlî): Bir ders kitabı.
Ebülülâ B. (Hukuku medeniye): Takrirlerini talebe bastırmaktadır.
Samim B. (Hukuku medeniye): Takrirlerini talebe bastırmaktadır.
Hasarı Tahsin B. (İlmi mali): Eski yazı ile eski bir kitabı vardır. Bu listeyi veren hukukçu arkadaşlar bu kitabı "feci bir kitaptır" diye tavsif ettiler.
Fazıl B. (İktisat): Matbu bir kitabı vardır.
Zühtü B. (Ihsa): Taşbasması notlar.
Mustafa Reşit B. (Hukuk usulü muhakemeleri): Hukuk usulü muhakemeleri (3 basım), dört cilt Kanunu Medenî şerhi, İcra Kanunu şerhi (3 basım), eski Ceza kanunu şerhi, hukuk ansiklopedisi, Vatandaşlık kanunu şerhi. Bu müderrisin Fransızca makaleleri de Fransız hukuk mecmualarında neşrolunmaktadır.
Bu listede hukuk müderrisleri tamam olmuyordu. Meselâ Muslihiddin Adil beyin hangi eserleri olduğunu sorduk. Hukukçu arkadaşlarımız "alman hayatı irfanı" adındaki eserinden bahsettiler. Bunun mevzua temas etmediğini, Köprülüzade Fuat Beyin şiirlerini nasıl eserleri arasında saymıyorsak bunu da saymıyacağımızı söyledik. Hukukçu arkadaşlar bir sözümüze karşı, merhum maarif vekili Necati Bey zamanında, ders ayları esnasında, bir davanın avukatlığını yapmak üzere Eskişehir’e giden Muslihiddin Adil Beyin Necati Bey tarafından: "Bir müderrise yakışmaz" diye İstanbula gönderilmesi hakkındaki hikâyeyi anlatmakla mukabele ettiler.
Edebiyat hocalarının eserleri
Zeki Velidî, Köprülüzade, Ahmet Refik Beyler: Bu üçünün eserleri saymakla tükenir gibi olmadığı için burada en mühimlerinin bile zikrine girişemeyeceğiz. Bunların eserleri muhtelif dillerde çıktığı gibi muhtelif dillere de tercüme olunmuştur. Eserleri hakkında bir fikir vermek için yalnızca şu kadar söyleyelim ki, meselâ Köprülüzadenin eserleri tartılsa, yüksek tahsil görmediği için baremdeki derecesinin indirilmesi hakkındaki ilk teklifi yapan İzmirli İsmail Hakkı Beyden ağır gelir. Ahmet Refik Beyin eserleri ise, bu eserlere kıymet biçmek için darülfünunda içtima yapan tarih hocalarının boyundan aşkındır.
Zeki Velidî Beye gelince eski ve yeni bütün Türk lehçelerinden başka Arapça, Acemce, Rusça ve Almanca bilen İngilizce ve Fransızcadan da eser takip edebilen bu hoca Avrupa ve Amerika’nın her yerinde (ilim muhitlerinde) birinci sınıf âlim olarak tanınmıştır. Çıkanlardan başka tamamen hazırlanmış olup, çıkmak için maddî imkân bekliyen en mühim eserleri şunlardır: dört ciltlik Türkistanın tarihî coğrafiyası, Temür ve Temürlüler devri, Yedinci asırda garbî Asya vekayii ve Türkler, Türk destanlarının tetkiki, Elbîrûnî... Temür oğullarının siyasî tarihine dair vaktiyle Özbekçe yazılan hülâsa, benimle beraber Türkiyat Enstitüsünün diğer asistanları Kıvameddin, Abdülkadir ve Pertev Naili Beyler tarafından Türkiye Türkçesine çevrildikten sonra Türk Tarih cemiyetine verilmiştir. Yine asistanlar ve talebeler tarafından tebyiz edilen Çağatay oğulları tarihi de Zeki Bey Avrupa’ya gitmeden biraz önce kendisi tarafından vaki olan talep üzeri Riyaseti cumhur Başkâtibi Hikmet Beye verilmiştir.
Hamit Sadi B. : İktisadî coğrafya; İktisadî Türkiye; Beş kıt'a coğrafyası; muhtelif makaleler ve duvar haritaları.
Şerif Bey: 16 yıllık hocadır. Eserleri tercümelerdir: Edebiyat tarihinde usul; Avrupa edebiyatı muhtasar tarihi.(1) Fransız edebiyatı tarihi.
Ali Ekrem bey: Nazariyatı edebiye; Edebî meslekler; ve muhtelif makaleler.
Ferit bey: İran edebiyatı tarihi (bu kitap altı farisî menbadan toplanmış malûmatın birbirine eklenmesinden hasıl olmuştur).
Hamit bey: Yegâne eseri lise muallimlerinden Muhsin Beyle müşterek liseler için yazılan "Türkiye tarihi"dir. Fakat bu tarihin de asıl Türkiye kısmını Muhsin bey, onun arasına serpiştirilen Avrupa vakayii kısmını da Hamit Bey yazmıştır.
Avram Galanti Efendi: 16 yıllık hocadır. Zeki Velidî ve Ahmet Refik Beyler çıkarıldıktan sonra hiç şüphesiz tarih zümresinin en kıymetli hocası budur. Yahudi olduğu için çok lisan bilir. Fakat diğer lisanları da Türkçe kadar biliyorsa zayıf demektir. Makalelerden mürekkep bir eserinin adı "Küçük Türk tetebbüler"dir. Görülüyor ki Galanti efendi Türkçeyi bilmek hususunda "kol düğmeler, kahve fincanlar" diye bağıran yahudi esnafından farksızdır. Eserlerinin en mühimleri "Üç Sâmî Vâzı Kanun", "Hitit Kanunu", "Hamurabi Kanunu”dur. Bir de Türkiye Yahudilerine dair mühim bir eseri vardır. Galanti efendi fırsat düştükçe "Türk" olduğunu öne sürüyorsa da hakikatte kendisi gayri meş'ur bir yahudi ve Sâmî milliyetperverdir. Türklüğe dair en mühim ve eski meseleleri tevratla halletmek istemesi de bunun delilidir.
Fazıl Nazmi bey: Roma ve Yunan tarihi müderrisi olan Fazıl Nazmi Beyin kendisi de hakikî bir Yunanlıdır. Türkçeyi az bilir ve Atina’dan yeni gelmiş bir Rumun şivesiyle konuşur. Aynı zamanda Yunanlılığa karşı duyduğu hürmet ve rabıtayı ifadeden de çekinmez. Yunanlı talebe İstanbul’a geldiği gün sevincinden fazla heyecana kapılmış ve talebesine "duyduğu sevinç ders yapmasına mani olduğu için ders yapamıyacağını" söyliyerek o günü derssiz geçirmiştir. Yunanlı talebeye Rumca konferans vererek Rumluğa merbutiyetini gösterdiği gibi Venizelos İstanbul’a geldiği zaman da vatandaşlık hislerini ifadeye giden heyetin reisliğinde bulunmuştur. Her şeyi Yunanlılık gözüyle gördüğünden, kız talebesinden birine de bir Yunan ilâhesinin adını takmıştı.
Fazıl Nazmi Bey kendi ifadesine göre çok çalışkandır. Bir gün, derse girmeyip de koridorda dolaştığını gördüğü bir kız talebesine: "Kızım! insan daima çalışmalı. Ben uyurken bile çalışırım" dediğini ben kendim işittim. Fakat bu günde 24 saatlik mesainin verdiği mahsul nedir bilir misiniz? Edebiyat Fakültesi mecmuasında çıkmış iki küçük makale...
Macit bey: 14 yıllık hocadır. Eserleri Avrupa coğrafyası (lise için); Umumî coğrafya (İbrahim Hakkı Beyle müşterek) Fakülte mecmuasında muhtelif makaleler.
İbrahim Hakkı bey: 10 yıllık hocadır. Eserleri: Tabiî coğrafya; orta mekteplere mahsus coğrafya serisi, muhtelif makaleler ve Mösyö Chaput ile birlikte hazırlanmış kıymetli risalecikler.
Şekip Bey: 16 yıllık hocadır. Eserlerinin başlıcaları "terbiye müsahabeleri", "terakki fikri", "froydizm"dir. Muhtelif mecmualarda bir hayli makalaleri çıkmıştır. Ribonun "hissiyat ruhiyat'ını da, Şerif Beyin yardımıyla, tercüme etmiştir. Eserleri diğer bazı hocalardan çoktur. Fakat bu Şekip Beyin cahilliğine bir mani teşkil etmez. Çünkü Şekip Bey ruhiyat hocası olmakla beraber ömründe bir defa dimağın teşrihini yapmamıştır. Dimağı nazarî olarak bilir. Hatta Şekip Bey derslerinin birinde erkek ve dişi "amib"lerin "ehdâbı mühtezze"leri vasıtası ile birbirlerini cezbettiklerini söyliyerek bir orta mektep talebesinden daha cahil olduğunu ispat etmiştir. Amiblerde erkeklik dişilik olmadığını felsefe tarihi hocası bilmezse ayıp değildir. Fakat ruhiyat müderrisi bilmezse bu, ilmî gafların şaheserini teşkil eder. Bununla beraber Şekip Beyin kırdığı potlar bu kadar değildir. "Türkçe yerine başka bir dil kabul etmek", "Hıristiyanlık dinine girmek" gibi fikirler de Şekip Beyin efkârı felsefiyesi arasında vardır. Her ne kadar Şekip Beyin fikirleri arasında eskidenberi "lâtin harflerini kabul etmek" gibi memlekete faydalı olanlar da varsa da bu Şekip Beyin memleketten ziyade kendisini düşünmesinin neticesidir. Çünkü Şekip Beyden not alan talebeleri de pek iyi bilirler ki Şekip Beyin eski harflerle olan imlâsı bir ilk mektep çocuğundan farksızdır.
Orhan Sadettin Bey: 3-4 yıllık müderris muavinidir. Almanya’da okumuştur. Karl Furlanderin felsefe tarihinin bir cildini lisanımıza çevirmiştir. Bu tercüme pek muvaffakiyetli bir Türkçe ile çevrilmemiştir. Fakat eserin aslının da ağır olduğunu söylüyorlar.
Caferoğlu Ahmet Bey: Türk Lisanı tarihi müderris muavininin en az bildiği şey Türk lisanıdır. Kendisi çalışkan ise de telâşı ve Türkçeyi bilmemesi yüzünden her yaptığı iş yanlış oluyor. Belli başlı eserleri "Ebü Hayyân lügati", "Tukyu ve Uygurlarda han unvanları" ve "Türk lisanı tarihi notları"dır. Takriben 2500 kelimeden ibaret olan Ebü Hayyan lügatinde, A. Battal Bey 145 kelimeye yanlış mana verildiğini tesbit etmiş ve bu tenkit "Azerbaycan Yurt Bilgisi”inde çıkmıştır. 2500 kelimeden ibaret bir lügatin 145  kelimesi yanlış olursa o eser pek feci bir eserdir. "Tukyu ve Uygurlarda han unvanları" adlı makalesinin başında da fahiş bir tarihî hata var. Caferoğlu Ahmet Bey Gök Türk hükümdarlarının ilki olan "Tumen”i şimal Türk kabileleri müttehidesinin başında olarak "Cücen"lere karşı isyan etmiş olarak gösteriyor. Hakikatte ise şimal Türk kabilelerinin Cücenlere karşı olan isyanını bastıran "Tumen"dir. Tumen'in Cücenlere isyanı bu vak'adan sonradır. "Türk lisanı tarihi notları" ise bir ilim faciasıdır. Bu notlardaki ilmî palavralar saymakla tükenir gibi değildir. Meselâ bu notlarda "İlhanlılar devleti" "Karahanlılar devleti'nin devamı olarak gösterilmiştir. 13. asırda kurulan İlhanlılar Devletini 11. asırda siyasî hâkimiyeti biten ve 12. asırda sülâlesi ortadan kalkan Karahanlılarla birleştirmek için insanın kara cahil olması lâzımdır. Kendisinden ders alan bütün talebe şahittir ki Ahmet Bey her hangi bir eski metni okuyup anlamaktan acizdir. Hele aruzu katiyyen bilmez. Türkçe "suna" ile Rusça "sonia" (kadın adı)yı birleştirmek gibi yaptığı gülünç iştikakları bir tarafa bırakırsak bile "bilemeyince atmak" düsturu ile bu iş yürmez. Denilebilir ki Köprülüzadenin en berbat eseri Caferoğlu Ahmet Beydir.
Reşer Efendi: Arap edebiyatı tarihi müderrisi olan bu zat bir alman yahudisidir. Fakat ramazanlarda bazan oruç tuttuğuna bakarak kendisinin müslüman olduğunu söyliyenler varsa da, bunun arapçada kendisine çok büyük yardımları dokunan Beyazıt kütüphanesi müdürü İsmail Saip efendinin teveccühünü kazanmak için yapılmış bir tabiye olduğunu temin edenler de vardır. Bu müderrisin Türkçe eseri yoktur. Çünkü Türkçeyi Fazıl Nazmi bey kadar da konuşamıyor. Fakat Almanca neşriyatı çoktur ve iyidir. Fakat eserlerini yalnız yetmiş nüsha bastırdığından ve satılığa çıkarmayıp yalnız muayyen kütüphane ve bayilerle mübadele yaptığından bu eserleri görmek her kula müyesser olmaz. Talebesine verdiği dersler bir Arap edebiyatı tarihi olmaktan ziyade bir "arap şairleri biyografisi" mahiyetindedir. Reşer efendinin buradaki bir vazifesi de nadide yazma kitapları toplayıp Almanyaya göndermektir. Almancada "sch" şeklinde üç harfle yazılan "şe" harfi için Türklerin bir tek "ş" harfini kabul etmelerini de Türklerin en büyük muvaffakiyeti saymaktadır.
Ali Muzaffer Bey: 17 yıllık hocadır. Kitap, makale veya makalecik şeklindeki eserlerinin adedi: 000.(2)
Görülüyor ki darülfünunun hocaları arasında Ali Muzaffer Bey Amerikanvarî bir rekor kırmıştır. Halbuki biz öyle zannediyoruz ki bu kürsüye "Zaro Ağa" bile getirilseydi 17 yılda bir iki eser, hiç olmazsa öteki hocalar gibi bir lise kitabı yazardı.
* * *
Bu neticeye göre şu tasnif kendiliğinden doğuyor.

Atsız, Atsız Mecmua, 1932, Sayı: 17
(1) Şerif Bey, Giritli olmak dolayısıyla vâkıf olduğu Rumcadarı başka Fransızcayı bir Fransız kadar bilir. Fakat buna mukabil Türkçeyi pek iyi bilmediği, bu kitabın tercümesine koyduğu isimden anlaşılıyor.
(2) "Balkanlarda içtimaî ilimler" diye İngilizce çıkan bir kitapta kendisine birkaç eser isnat olunuyorsa da aslı yoktur.

20 Eylül 2014 Cumartesi

ALAYLI ÂLİMLER

"Son yıllarda, bilhassa hükümetin millî kültür meselelerine fazla ehemmiyet vermesinden sonra, memleketimizde bir sürü alaylı âlim türedi. Edebiyat, dil ve tarih sahasında ilmî olmak iddiasıyla birçok şeyler yazıldı. Buda’nın Türk olduğu, Arapçının Türkçe’den çıktığı, Türklerin aryanî ve divan edebiyatının gayrı ahlâkî olduğu ispat olundu (!). Dil ve tarih o kadar müptezel oldu ki iştikakçılıkta, palavra atmakta kabiliyetli ne kadar insan varsa hepsi âlim kesildi. Ya felsefe sahasında kemale ermelerinden, ya edebiyat ve tarihçiliğin kendilerine pek kolay gözükmesinden, yahut da felsefe tahsilinin kendilerine bir nevi felsefi görüş kabiliyeti vermesinden dolayı olacak, felsefeciler de bu işe burunlarını soktular. Fakat dil ve tarih sahası felsefe gibi her şeyin bir pundunu bulmak olmadığından yalnızca gülünç olup kaldılar.
İlmî eserlerin haşiyelerinde kullanılan ve aynı yer mânâsına gelen Lâtince ibidem kelimesini müellif veya kitap ismi sanacak kadar cahil olduğu halde Türk Tefekkürü Tarihi diye bir akademinin bile başaramayacağı bir işe kalkışan felsefeci Hilmi Ziya Bey’in kitabı alaylı âlim eserlerine iyi bir örnektir. Manzum destandan tutun da ruhiyat, felsefe, içtimaiyat ve tarihe kadar her telden çalan bu yerli peygamberin kitabındaki belli başlı yanlışları Hüseyin Namık Bey Çığırın 10. sayısında tenkit etti. Ben burada başka bir alaylı âlimden, yine felsefeci olduğu halde bu yalanlarda dil ve tarih âlimliğine terfi edenlerden Hasan Ali Bey’in bir kitabından bahsedeceğim. Kitabın adı Türk Edebiyatına Toplu Bir Bakış’tır. Divan edebiyatını kötüleyip halk edebiyatını göklere çıkarmak kablî fikriyle yazılan bu 160 sayfalık karalamada, çok yanlış var. Güya Türk edebiyatını yeni bir görüşle mütalaa eden bu kitap baştan başa bir ilim hezeyanı, bir cehalet senedidir. Başkalarının ilmini, mesaisini intihal ve istismar ederek yazılan bir kitaptan da daha fazla bir şey beklenemez. Ben, Hasan Ali Beyin bu kitabı kimlerin mesaisinden istifade ederek meydana getirdiğini biliyorum. Hasan Âli Bey Türkiyat enstitüsüne gelerek bazen bana, bazen Caferoğlu Ahmet Beye, çok defa da Abdülkadir Bey’e dil ve tarihe dair bazı şeyler sorar, bazen de metinler üzerinde Abdülkadir Bey’le birlikte uğraşırdı. Anlaşılan Abdülkadir Bey bildiklerini Hasan Âli Beye iyi öğretmemiş yahut Hasan Âli Beyin hiç kabiliyeti yokmuş da iyi anlayamamış. Türk edebiyatına toplu bir bakış gibi büyük bir iddia ile çıkan bu kitap, öyle gözüküyor ki, yalnızca Hasan Âli Beyin karihasından çıkmıştır. Bakınız 32-33. sayfalarından aldığım şu satırlara:
Halk şiirlerini okuduğumuz zaman onları söyleyenleri şöyle tasavvur ederiz: Şahin bakışlı, kor gibi yanan iki göz; yanık, acılar ve kaygularla tunçlaşmış bir yüz; ruhlarındaki irade kudretini çizen dudaklar, rintliklerini gösteren laubali bir giyiniş. Nihayet her ezen kudrete, din baskısına, anane tahakkümüne, siyaset istiptadına yan bakan bir kalenderlik… İşte size ilmî bir eserden şaheser bir parça! Hasan Âli Bey biraz daha sıkılmasa bu halk şairlerinin brakisefal ve anadan doğma cumhuriyetçi olduklarını da iddia edecek. Bizatihi bir ananenin mahsulü olan halk şairlerini anane tahakkümüne yan baktırmak için insanın Hasan Âli Bey kadar ilme yandan bakması lâzımdır. Şimdi gelelim belli başlı yanlışlara:
I- Kitabın 10. sayfasında Kaşgarlı Mahmut’tan alınmış şu şekilde bir manzume ve tercümesi var:
Alp Er-Tonga öldü mü
Isız ajun kaldı mu
Özlek öcün aldu mu
İmdi yürek yırtılur.
Alp Er-Tonga öldü mü- Yaman dünya kaldı mı- Zamane öcünü aldı mı- Şimdi yürek yırtılıyor.
Bir de bunun doğrusuna bakınız:
Alp Er Tunga öldi-mü
Issız ajun kaldı-mu
Ödlek öcin aldı-mu
Emdi yürek yırtılur.
Alp Er Tunga öldü mü? Dünya sahipsiz kaldı mı? Zaman öcünü aldı mı? Şimdi yürek parçalanır.
Görülüyor ki Hasan Âli Bey bol keseden Divân-ü Lügat’i mehaz göstermesine rağmen en basit bir şiiri okuyup mânâ vermekten âcizdir. Yırtılmak kelimesine bugünkü mânâyı vererek “yürek yırtılıyor” gibi gülünç bir tercüme yapan Hasan Âli Bey nedense ıssız’a asıl mânâsını vermiyor:
II- Fakat Hasan Âli Bey’in bol keseden görmediği kitapları mehaz göstermesi bu kadar değildir. Kitabının 44. sayfasındaki kitabiyat listesinde Atsız Mecmua da zikrolunduğu halde kitabın 105. sayfasında Divan-ü Lügat’in 1074’te yazıldığını söylüyor, Hasan Âli Bey, Atsız Mecmuaları okusaydı onun 16. sayısında Zeki Velidi Bey tarafından yazılan bir makalede bu eserin 1077’de yazıldığının ispat olunduğunu bilirdi.
III- Fakat Hasan Âli Beyin ezbere yalan atması bu kadar da değildir: Kitabın 18-19. sayfalarında, Dîvân-ü Lügat’ten alınmış dört tane dörtlük var. Bunlardan ikincisinin Dîvân-ü Lügât’in ilk cildinin 140. sayfasında böyle bir şiir yoktur. Görülüyor ki Hasan Âli Bey eserini başkalarından topladığı ağızdan kapma malûmatla yazmıştır.
VI- 19. sayfada, güya Dîvân-ü Lügat’ten Alman şiirlerin transkripsiyonu ve tercümesi de baştan başa yanlıştır. Burada boşuna sayfa doldurmamak için bu yanlışları birer birer tasrih etmiyorum. Hasan Âli Bey öğrenmek isterse kendisine bildiririm.
V- Türk tarihi bilginlerinin yazdığı dört ciltlik tarih gibi edebiyat tarihi bilgini H. Âli Beyin kitabı da birçok isim yanlışlıklarıyla doludur: diyiş, Tongay, Cengiz, Timur, Orhun, Harezim, Tohsi, İlâ, duş kelimelerinin doğrusu deyiş, Tunga, Çingiz, Temür, Orhun, Hârzem (yahut Türklerde Harzem), Tuhsı, ile düş’tür. Görülüyor ki H. Âli Bey daha şu ilk mektep çocuklarının bile ezberinde olan ahenk kaidesini bilmiyor.
Hele eski metinlerde “elif harfinin bazen kelime sonunda da “e” sedası verdiğinin farkında değil. Eski Türkçe’nin elif-besini bilmeyen bir adam nasıl olur da edebiyat tarihi yazmağa kalkar?
VI- Gök Türkler’e bazen Tukyu, bazen Tokyo, bazen de Tu-Kiyu deniliyor ve sonra H. Âli Bey edebiyat tarihi yazmış oluyor.
VII- Hele 20-21. sayfalardaki, Orhun Abideleri’nden bir parçanın transkripsiyonu ile tercümesi bir hezeyan şaheseridir. Her kelimesi yanlış olan bu hezeyan nameyi aynen buraya geçirerek sayfa doldurmak istemiyorum. Hasan Âli Bey bu tenkide itiraz etmeye yeltenirse bunu o zaman aynen neşrederek yeni bilginlerin ne kadar acınacak derecede cahil olduğunu memleket gençliğine göstermek kararındayım. Kenarına bak, bezini al diye bir atalar sözü vardır. Onun gibi, H. Âli Beyin bu ilmî hezeyanına hak vermek için de gösterdiği mehazlara bakmak kâfidir. Bu mehazlar Necip Asım Beyin “Orhun Abideleri”, Sadri Maksudî Bey’in “Türk dili için” adlı kitabı, bir de H. Âli Bey bu listeye dil kurultayındaki Artin Cebeliyan efendinin nutuklarını da ilâve etseydi işte o zaman kimsenin itiraza mecali kalmazdı.
VIII- 22. sayfadaki Deli Dumrul hikâyesinin metni de baştan başa yanlıştır.
IX- H. Âli Bey dörtlükle kıtayı birbirine karıştırıyor (s. 27). Malûm olduğu üzere kıta divan edebiyatında bir nazım şeklidir ve bazen dört satırdan da fazla olabilir. Dörtlük ise halk şiirine mahsus bir şekildir.
X- Aynı sayfada İran edebiyatında şiirin ana ölçüsünün mısra olduğunu söylüyor. Halbuki İran edebiyatında şiirin ana ölçüsü mısra değil beyit’tir.
XI- Varsağılarda şairin adının zikrolunmadığını söylüyor (s. 28).. Halbuki varsağılarda şairin adı zikrolunuyor. Görülüyor ki halk edebiyatına olan aşkı cezbe derecesine varan H. Ali Bey daha halk edebiyatındaki şiir şekillerinin tarifini bilmiyor.
XII- H. Âli Bey türkü’yü de şekil itibarıyla koşma gibi sanıyor. Halbuki türkünün ana ölçüsü Sarı Zeybek türküsünde olduğu gibi şöyledir:
. . . . . . . . . . a
. . . . . . . . . . a
. . . . . . . . . . a
. . . . . . . . . . b
. . . . . . . . . . b
XIII- H. Ali Bey, kitabının 31. sayfasında şöyle bir şeyler söylüyor: Divan edebiyatında rengi kaybolmuş görünen Türk duygusunun ziynetsiz, fakat baştan başa şiir olan numunelerini halk şiirlerinin coşkun dilinden işitiyoruz. Belli ki sözler de H. Âli Beyin tabiriyle zamane’ye uymak için söylenmiş boş lâflardır. Divan edebiyatında Türk duygusunun kaybolduğunu kimse çıkıp da iddia edemez. Divan edebiyatı zümresine mensup bir iki serserinin Türk kelimesini kötü mânâda kullanmış olması bütün divan edebiyatını körü körüne kötülemek için bir sebep değildir. Halk edebiyatı zümresinden yetişen bazı şairler de Türk kelimesini tahkir yerinde kullanmışlardır. Bu yüzden H. Âli Bey bütün halk edebiyatını inkâra yelteniyor mu? Şüphesiz yeltenmiyor. O halde neden divan edebiyatı basma kalıp hücuma maruz kalıyor? Divan edebiyatı bugün ölmüştür, tarihe karışmıştır diye arkasından sövmek dürüstlük değildir. Çünkü o edebiyat asırlarca bu milletin münevver zümresi tarafından sevilmiş ve bu milletin hissi olduğu kadar hamasî ve vatanî duygularına da makes olmuştur. Kaldı ki biz H. Âli Beyin şahsen divan edebiyatı meclûplarından olduğunu bilenlerdeniz. Kendisi şunu elbette bilir ki halk edebiyatı zümresinden, meselâ Fuzulî ile en uzaktan kıyas olunabilecek bir halk şairi çıkmış değildir. Vatanî şiir bahsine gelince bunda da divan edebiyatı halk edebiyatından yüksektir:
Râyete meyi ederiz qâmet-i dilcû yerine
Tuğa dil bağlamışız zülf-i yahut semenbû yerine yahut
Bizimle azm ü cezm-i feth-i Bağdâd eyleyen gelsün
Gaza ecrin, şehâdet şerbetin yâd eyleyen gelsün
beyitleriyle başlayan kahramanca gazeller gibi hamasî şiir örneklerini H. Âli Bey halk edebiyatında bulabilir mi? Halk edebiyatı da bizim edebiyatımızdır, severiz. Hele bugünün temayüllerine daha yakındır ve işlenirse ötekini de geçer. Fakat divan edebiyatı asırlarca bu milletin yalnız garâmî değil, vatanî hislerine de tercüman olan pek yüksek bir edebiyattır ki Hasan Âli Bey gibi alaylı âlimler onu öyle kolay kolay tenkit edemezler. Modası geçen her şeyi tenkit edeceksek artık bugün Namık Kemal’e, Ziya Gök Alp’e, yarın da daha başka büyüklere dil uzatmağa başlayabiliriz.
XIV- Bütün alaylı âlimlerin eserlerinde olduğu gibi H. Âli Beyin eserinde de aslı faslı olmayan uydurmalar pek çoktur: Oğuz Han’ın kardeşiyle bağdaşması (s.14) hakkındaki satırlarda olduğu gibi. Mevcut olmayan bir kardeşle bağdaşmak olsa olsa felsefede bir Hasan Âli sistemiyle izah olunabilir.
XV- Tarih bilginlerinin yazdığı dört ciltlik kitapta nasıl avam iştikakçılığı yapıldığını Orhun’un dördüncü sayısında göstermiştim. H. Âli Bey de bu avam iştikakçılığında onlardan aşağı kalmamış olmak için böyle uydurma isimler icat ederek Yenisey’in adını Yeni Çay yapıyor. Tonguzca ile izah olunan Yenisey’in Türkçe Yeni Çay yapılması bile H. Âli Beyin bilgisizliğini meydana koyuyor. Koca bir ırmağa çay denilmeyeceğini düşünmediği gibi çay kelimesinin Türkistan’da kullanılmadığını da bilmiyor.
XVI- H. Âli Bey, Kaşgar dilinin Uygurca’nın devamı olduğunu söyleyerek (s. 103) Türk tarihini, lisaniyatını, edebiyat tarihini en ana çizgileriyle dahi bilmediğini ispat ediyor. Bu kadar cehaletle bu kadar büyük iddialı bir eser yazmaktaki cüreti insan anlayamıyor.
XVII- 47. sayfada Oğuz Türkmenleri arasında Hıristiyanlıktan bahsolunuyor. Ne gülünç şey. Belli ki H. Âli Bey bu Oğuz Türkmenleri tâbirini Köprülüzade’nin eserlerinde görerek mânâsını anlamadan malûmatfuruşluk yapmak için almış. Belli ki, müellif Türkiyat neşriyatını hiç takip etmiyor. Türkmen demek Müslüman garp Türk’ü demek olduğuna göre Oğuz Türkmen’ini Hıristiyan yapmak Alman Protestanlarının Müslümanlığından bahsetmeye benziyor.
XVIII- Kitabın sonundaki listede, altıncı asırda Kunlar’daki edebiyattan bahsolunuyor. Altıncı asırda artık Kunlar kalmamıştı. Görülüyor ki Hasan Âli Bey’in tarihî malûmatı sıfırın altındadır.
Velhasıl bu eserin tenkidi için kendisinden daha büyük bir kitap yazılabilir. Hiç bir kıymeti olmayan ve baştan başa martaval olan bu eseri tenkit edecek değildim. Ancak Hasan Ali Beyin Dil Cemiyetinde etimoloji kolu reisi olduğunu öğrendiğim içindir ki bu tenkidi yazdım. Kolbaşı H. Âli Beyin kitabını Maarif Vekâleti yanlışlıkla mekteplere kabul eder diye korktuğum için bunu yazmakta acele ettim.
Hasan Âli Beyin Türk Dili Tetkik Cemiyetinde kolbaşı olduğunu öğrendikten sonra zavallı Türkçe’nin istikbalini düşündüm. Ortaya atacağımız yeni ve büyük Türk dilini, demek böyle diplomasız mühendisler yapıyor. Garp medeniyetine girerken her şeyden önce onun ihtisas sistemini almak icap ettiği halde buna hiç riayet olunmaması, ve hele mühim yerlere H. Âli Bey gibi ehliyetsizlerin getirilmesi ne hazin şeydir. Edebiyatla bir parçacık, o da en dışından alâkadar olan H. Âli Bey gibi amatör müptedileri dil cemiyetinde kolbaşı yapmakla, meselâ Abidin Daver Bey’i Yavuz’a süvari yapmak arasında hiç bir fark yoktur. Alaylı âlimlerin eline kalan Türk dilinden katiyen bir hayır gelmeyecektir. Nitekim hâlâ ortaya müspet bir iş koyamadılar; ve katiyetle iddia ediyorum ki koyamayacaklardır da.. Bunların meydana koyacağı esere kimin itimadı olur ki? Muallimler köylerden on binlerce kelime toplar, dil cemiyetine yüzlerce rapor gönderir, fakat H. Âli Bey gibi alaylıların elinde bulunan bir cemiyet ondan istifade yolunu nasıl bulur?
Hasan Ali Bey çizmeden yukarı çıkmayın. Ben içtimaiyat kitabı yazmaya kalkıyor muyum?"

Atsız, ORHUN, 21 Mart 1934, Sayı: 5

19 Eylül 2014 Cuma

SERVET AĞABEY!


1980’li yıllarda geçen çocukluğum, TV’den ziyade radyo başında geçerdi. O yıllarda sadece akşam olan TV yayınlarına nazaran hatırladığım kadarıyla sabah 05.00 civarı başlayan bir radyo yayını mevcuttu. İşte ben, okuldan eve dönüşlerim sırasında radyoyu açar, bir taraftan ödevlerimi  yapar, diğer taraftan radyo programlarını dinlerdim. Bir programı dün gibi hatırlarım: “Tarih’in Büyük İhanetleri”. Kim bilir, belki bu program benim ilerleyen ve biraz da geç bir zamanda arkeolog ve tarihçi olmama vesile olmuştu. Bundan birkaç yıl önce, bu programı Servet Ağabey’in hazırladığını öğrendiğim zaman nasıl şaşırmıştım anlatamam. Servet ağabeyin ardından yazdığım yazıda kendisiyle tanışma öykümüzü ve görüşmelerimizi anlatmıştım. Aramızdan ayrılışının 1. Yıl dönümünün yaklaştığı bu günlerde, biraz da mesleki açıdan Servet ağabeyi anlatmak isterim.

Hepimizin bildiği gibi Servet ağabey, 10 yıllık çalışmalarını 3 ayrı kitap ve belgeselde topladı. Zaten kamuoyunun onu tanıması da bu sayede oldu. Kendisi her seferinde şunu söylerdi “Ben Türkoloji 
mezunuyum ancak, bu çalışmaları belgeselci gözüyle inceledim ve yayınladım. Bunlarla ilgili çalışmaları yapacak olanlar Türkologlar, tarihçiler ve arkeologlardır”. Bu şekilde hem işi uzmanlarına bırakıyor, hem de sunduğu eserlerin ciddi bir şekilde incelenmesini amaçlıyordu. Dikkat edilirse, kendisi tarihleme yapmaktan özellikle kaçınmıştı. Kitaplarında ve belgesellerinde verilen bazı tarihlendirmeler hep, daha önceden bilim adamlarınca yapılmış tarihlendirmelerdi. Bunun dışına çıkıp bol keseden tarih ileri sürmezdi. Aslında bu da kendisinin nasıl ciddi çalıştığını ve bilimsel ahlaka ne kadar titizlikle uyduğunun bir göstergesiydi. Yoksa Türk coğrafyası ve Amerika kıtasında gezdiği ve pek çoğunu ilk kez kendisinin gördüğü kaya resmi alanlarıyla alakalı bir alay tarihlendirme verebilir, buna da kimse kolay kolay “hayır” diyemezdi. Ancak Servet ağabey, bilimsel ahlaka son derece önem vererek başta tarihlendirme olmak üzere son ve kesin söz söylemeyi, konunun gerçek uzmanlarına bırakmıştır. Bu yüzdendir ki belgesel çalışmalarının tamamında, alanlarının önemli akademisyenleriyle çalışmıştır. Ve yine bu yüzden, Servet ağabeyin çalışmaları, Türk tarihiyle ilgili olduğu söylenen diğer bütün çalışmalardan ayrı bir yerde durur.

Servet Ağabey’in çalışmaları üniversitelerde tarih, Türk dili ya da arkeoloji okuyan pek çok genç öğrenciye yeni bir kapı araladı. O kendisine müracaat eden hiç kimseyi geri çevirmez, herkese çalışacakları alanla ilgili yardımcı olurdu. Bundan sonra gelecekler için, o yardımdan mahrum kalmak büyük kayıp. Yakınında olanlar, Servet ağabeyin daha büyük projelerinin olduğunu bilir. Bundan sonra o projeleri, bizler için zor da olsa, arkadan gelenler tamamlayacak. Zaman gelip Türk tarihi bittiğinde, Servet Somuncuoğlu’nun adı ve çalışmaları o tarihin önemli bir yerinde olacaktır. 

Tanrı Dağ’da, ataların yanındaki ruhu şâd olsun! 
T.T.K. 

Not: Bu yazı ilk olarak Gencay Dergisi'nin Ağustos-2014 tarihli sayısında yayınlanmıştır. http://www.gencaydergisi.com/dergi/GencayDergisi31-Agustos2014.pdf

17 Eylül 2014 Çarşamba

UYDURMALAR ÜZERİNE!

Son dönemde Türkiye'de, Türk tarihini konu eden garip kitapların yayını çoğaldı. İlginç olan noktaysa bu kitapları yazanların hiçbirisinin tarih, arkeoloji vb eğitimleri almamış olmaları. 

Birkaç gün evvel, bir akademisyen hocamızın, çalışmalarının izinsiz olarak facebook'ta paylaşılmasına ilişkin yapmış olduğu serzenişe "Biz sizi reklam ediyoruz" şeklinde tuhaf cevaplar verildiğini gördüm. Bu kişiler kendi sayfalarında yaptıkları yorumlarda, neredeyse "sizi biz vâr ettik. Paranızı biz veriyoruz. Biz olmasak bir hiçsiniz" diyecekler. 

Haklarını yemeyelim, bu isimler facebook'taki paylaşımlarında kaynak gösteriyorlar. Lakin gösterdikleri kaynaklar ya 19. yy başlarında yazılmış, ya da Rusça. Nasıl oluyorsa, bu vatandaşlarımızın pek çoğu gram Rusça bilmeden Rusça kitaplardan habire alıntı yapıyorlar. 


Bir mühendis; bütün dünyadaki yazıtların Türkçe okunduğunu iddia ediyor.
Bir piyanist; önceki mühendisin "hık diyicisi" pozlarında, tasdikleyip duruyor.
Bir veteriner ; "dünyada 2 milyar Türk var" diye iddia etmekte sakınca görmüyor.
Bir tarihçi; "İki Kabilenin yanyana yaşamasına elverişsiz(!) olan Altay Bölgesi Türklerin ana vatanı olamaz. Türklerin anavatanı olsa olsa Hakkari olabilir" diyerek ya sayı saymayı bilmediğini, ya da hiç dayak yememiş olduğunu gözler önüne seriyor.
Bir resim öğretmeni; Arapça ve Farsça dillerini ve alfabelerini bilmeden kendisini Selçuklu'ya adamış. Her şeye "Selçuklu" deyip "9.-10. yy'da Suriye'de Selçuklu eseri" yazmaktan çekinmiyor.
Bir müzik öğretmeni; Pontus Kralı VI. Mithradates'i "Büyük Bedri" olarak yazmaktan ve Iulius Caesar döneminde "Galata'da yaşayan Venedikli Yahudi tefeci bankerlerden" söz etmekten bıkmıyor.
Bir başka mühendis; Fransızca "Bonjour sözü Türkçe'den gelir", "Adriyatik sözü Otrar'dan gelir", "Tirhen değil Turhan Denizi" şeklinde inciler(!) saçıyor.
Bir Hindicilik ve Kümes Hayvanları Uzmanı; Neolitik dönemden günümüze kadar Türk Tarihi üzerine kitap yazmaktan ve kitabın adını da "Başyapıt" koymaktan çekinmiyor.

Bu mantıkla gidecek olursak, demek ki Türk tarihi tarihçilere bırakılamayacak kadar matematiksel bir işlemmiş!
Yukarıda bir bölümünü saydığım kişilerin ortak özellikleriyse hepsinin birbirleriyle irtibatlı oluşları. Facebook'ta ya da diğer internet sitelerinde hepsi birbirine "hocam" diye hitap ediyorlar. 

Bu insanlar kitap yazıyor, basıyor ve işin en acı tarafı da kitapları çokça satıyor. Maalesef pek çok akademisyen durumun vahametinin farkında değiller. 3-5 yıl sonra, üniversite sıralarına gelecek olan öğrenciler, hocaların söylediklerine değil de bu saçmalıklara inanmış şekilde gelecekler. Bugün farkında olmayanlar ancak o zaman farkına varabilirler. O zaman da maalesef çok geç olacak.

Bu vatandaşların bir de garip yazılarına karşı çıkan herkesi "Batılı eğitim anlayışıyla yetiştirilmiş birer etki ajanı" olarak suçlamaları meselesi var. İşin tuhaf tarafı herkesi Batı ajanı olarak suçlama eğilimi içindeki bu güruhun, yazdıklarında Fransızca ve Rusça dışında neredeyse kaynak göstermedikleridir. Bu mantıkla Fransızlar ve Ruslar Afrikalı oluyorlar demek ki! Ruslar ve Rusya demişken, bu vatandaşların bazılarının Rusyayla bu derece bağlantılı olmaları da gariptir. Acaba bizim bilmediğimiz bir ilişki olabilir mi? Yoksa kendilerine Türkçü süsü veren, ancak Türkçülük geleneği içindeki kimsenin tanımadığı, bu insanların Moskof'un Türksüz Turan ideali demek olan Avrasyacılığın değirmenine su taşımalarının başka bir açıklaması olamaz. Bunların iddiaları Anadolu'nun yerlisi olduğumuz yönündedir. Ancak bu iddiaların elle tutulur bir tarafı yoktur. "Biz Anadolu'nun yerlisiyiz" demek, bütün Türkistan coğrafyasını, yani ata yurdu, yani Hun, Apar, Kök Türk, Uygur yurtlarını terk etmek demektir. Ata yurdu terk eden Türklüğün, Anadolu'da ve Azerbaycan'da ayakta kalabilme olanağı ortadan kalkar!  

Bu satırları yazdığım için bazı çok akıllı(!) vatandaşlar beni Türklük kadrosundan çıkartmaya kalkabilirler. Onlara sadece şunu söylemek isterim; ben sizlerin ya da başka herhangi birisinin bana Türklük bahşetmesine muhtaç olmayacak kadar Türküm. Arkeoloji ve tarih eğitimleri aldım. Türkçülüğü de sizin gibi şekil olsun diye internetten öğrenmedim. 

Son söz: Uydurma tarih, şişirilmiş özgeçmiş(cv) gibidir. Bir an gelir ve patlar. Gerçek Türkçüler, kendilerine Togan ve Atsız'ın 1. Türk Tarih Kongresindeki duruşlarını örnek alır. Uydurmalara kapılıp şişinmez. Kendi tarihini yalanlarla süsleyenlere pabuç bırakmaz. O yalan, ne kadar tatlı olursa olsun! 

Not: Bu yazı, bu konudaki yazacağım yazılar için bir ön yazı mahiyetinde olup bundan sonra da zaman zaman devam edecektir.