22 Temmuz 2012 Pazar

"İRAN İLE TURAN" GENEL DEĞERLENDİRME




Aslında bu yazı dizimizin başında beri, yazar Osman Karatay’ın “İran ile Turan” isimli kitabını eleştirdik. Bunu genel olarak kitapta verilen bilgileri irdeleyerek yaptık. Bundan sonra ise daha genel bir eleştiri yapacağız.

Kitabın genelinde gördüğümüz üzere, yazarın teorilerine en büyük ve hatta tek dayanak noktası dillerdir. Bunun dışında herhangi bir kanıt ortaya koyamamakta, koyduğunu düşündüğü kanıtlar da gayet güzel çürütülebilmektedir.

Eskiçağ Tarihi ile ilgili önce yazılı kaynaklar, arkasından arkeolojik veriler, en sonra da dil kullanılması gerekirken yazarın bu çalışmasında dil tek ve belirleyici unsur olarak kullanılmıştır. Konu ile ilgili arkeolojik herhangi bir veriyi kullanmayan yazar, bazı arkeolojik yayınları da, yayının hilafına, kendi teorisini destekler mahiyette vermiştir.

Bu satırların yazarı olarak biz de Çince bilmemekteyiz. Ancak Türk Tarihinin erken dönemleriyle ilgili olarak yapılacak her çalışma için Çincenin gerekliliğine inanmaktayız. Bu yüzden Çin kaynaklarına başvurmadan, Türk tarihinin Orta Asya’daki en erken dönemleriyle ilgili fikir üretmek bize zorlama gelmektedir. Aynı durum Ön Asya için de geçerlidir. Çivi yazısını bilmeden, hangi çivi yazısının hangi uygarlığa ait olduğunu bilmeden konuşmak son derece kolaydır. Arkeolojik malzemelerin tam bir tanımını yapmadan, arkeolojik verileri hiçbir şekilde kullanmadan eskiçağ tarihiyle alakalı konuşmak sağlıklı sonuçlara ulaşmayı engellemektedir. Hele Türk kültürünün en önemli unsurlarından biri olarak, son yıllarda ön plana çıkan kaya resimlerini incelemeden varılacak her sonuç, eksik kalmaya, yanlış olmaya mahkumdur.

Son olarak, aklımıza takılan başka bir hususu sormak istiyoruz: Kitabın baş kısmında bulunan yazara ait biyografide, yazarın  Ege Üniversitesinde öğretim üyesi olarak görev yaptığı belirtilmektedir. Biz, Ege Üniversitesi internet sitesinde, öğretim üyeleri arasında, yazarın adına rastlayamadık. Ayrıca YÖK’e bağlı http://tez2.yok.gov.tr/  adresinde de yazara ait herhangi bir çalışmayı bulamadık. Bir sır var ama ne? 

NOT: Yukarıdaki değerlendirme yazısının yayınlanmasından bir yılı aşkın bir süre geçtikten sonra, internet üzerinden bir hocamızın uyarısıyla, http://akademik.ege.edu.tr/?q=tr/bilgiler&id=2487 adresinde sayın Osman Karatay'ın güncellenmiş bilgilerine ulaştık. 

"İRAN İLE TURAN" YA DA DELİLSİZ TARİH OLUR MU?-7


“İran-Turan Savaşları” adını taşıyan 8. ve son bölümde[1] yazar, efsanelerle karışık bir halde anlatıla gelen İran-Turan Savaşlarını kendi cephesinden yorumlamıştır.

Bölümün ilk sayfalarında Massaget-Pers Savaşı[2], ardından da Perslerin ünlü İskit Seferiyle[3] ilgili Herodotos’ta geçen bilgileri aynen nakleden yazar aradaki büyük düşmanlığın nedeninin İskit/Sakaların doğudan Pers ülkesine yaptıkları saldırılarla ilgili olduğunu söylemektedir. [4] Yazarın bu görüşü doğru olabilir. Evet, biz o bölgelerle ilgili henüz bir şey bilmiyoruz. Ancak, söz konusu düşmanlığın nedenleriyle ilgili başka görüşlerimiz de bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi Mezopotamya, Mısır ve Anadolu-Yunan Dünyasını hakimiyetleri altına alan Perslerin önünde, dünya hakimiyetlerini engelleyecek tek güç olarak İskit/Sakalar bulunmaktaydı. Bu yüzden de Perslerin onlara saldırmaları gayet doğaldır. Ayrıca ilk saldırının İskitlerden gelmesi noktasında da, bahsi geçen saldırı illâ doğuda gerçekleşmiş olmayabilir. Yazarın da, önceki bölümde belirttiği gibi, İskit siyasi gücü Kafkasların kuzeyine geri çekildikleri vakit, geride pek çok İskit kalmıştır. Bu İskitlerin bir kısmı, tıpkı Kimmerler gibi, Med ordusunda asker olmuş ve ayaklanan Perslere karşı savaşmış olabilirler.

Yazar sonraki kısımlarda İran mitolojisine girmektedir. [5] Bu kısımların en ilginç tarafı yazarın, İran mitolojik kahramanı Feridun’u, Oğuz Han’la, Oğuz Han’ı Zülkarneyn ve Alp Er Tunga ile eşleştirme girişimidir. [6] Mitolojilerin, hele de büyük ve birbirlerine yakın kültürlerin mitolojilerinin birbirleriyle benzerlikleri bilinen bir şeydir. Yunan mitolojisindeki Zeus’un hikayesi de, yazarın bahsettiği hikayelerle paralel özellikler göstermektedir. Babası Kronos’u öldürmesi gibi.. O halde, bundan birkaç yıl önce mail kutuma gelen ve hâlâ sakladığım bir mailde olduğu gibi “Zeus da mı bizden?”. Buna kargalar güler.


Ayrıca bu türden çalışmalarda sıkça karışımıza çıkan "dini kitaplara atıf" olayı da ayrıca değinilmesi gerekli bir husustur. Doğu Anadolu ve Azerbaycan topraklarındaki Türk izleriyle alakalı Naci Memiş ve Sadi Bayram'ın iki makalesinde de benzer durumla karşılaşmıştık. Tanrı kelâmı olan ve mutlak bir inanmayı gerektiren kutsal kitaplara yapılacak her gönderme, o konuyu tartışılmaz kılacaktır. Tartışılmazların bilimselliği de hiçbir zaman söz konusu olamaz. 

Dediğimiz gibi, efsanelerden bahsederek yola çıkılan bu bölümle ilgili çok fazla bir şey söylemiyoruz. Çünkü efsaneler, arkeologların ya da tarihçilerin değil, öncelikle halk bilimcilerinin inceleyeceği bir alandır. Eğer tarihsel vesika ya da arkeolojik malzeme bulunamazsa, efsaneler ve dil unsurları devreye girmelidir.

“Sonuç” adını taşıyan genel değerlendirme bölümünde ise [7] yazar, kitabın başından bu yana savunduğu fikirlerin özetini vermiştir.

“Türkler Altaylar’dan köklenmemiş, oraya sonradan gitmişlerdir” sözü bizce tehlikeli bir sözdür. Zira bütün Orta Asya’nın, kadim topraklarımızın bize ait olmadığını, bizim oralara sonradan gittiğimizi söylemek, o bölgeleri ruhen elimizde çıkarmamıza, “vahşi ve barbar” addedilen Türklerin, Asyanın tamamını işgal ettiklerini kabul etmemize yol açar ki, bu herhalde şimdiye kadar pek çok Türk düşmanının aklına gelmemiş bir iştir. Orta Asya’yı elinden çıkartan Türklerin, dünyanın başka herhangi bir yerinde tutunabilmelerinin imkân ve ihtimali yoktur.

“Bugünkü Kuzey Irak, Doğu Anadolu ve Güney ve Kuzey Azerbaycan Türklerin atalarının yaşadığı yerlerdir”[8] diyen yazar, daha önce bugünkü Hakkari vilayeti topraklarına sıkıştırdığı Türk yurdunu, 15. asırdaki Akkoyunlu topraklarına genişletmiştir.

“Kürtler aynı kökten geldiği gibi, Fin-Ugor halklarının, hatta çok erken bir tarihte buradan ayrıldıkları anlaşılan Moğol ve Mançu-Tunguzların atalarının da buradan gitmiş olma ihtimali yüksektir.” diyen yazar nihayet sadede gelmiştir. Nedense bütün bu yazarların tek amacı Kürtlerin Türk olduklarını söylemek oluyor. Tıpkı, bir zamanlar Nurettin Topçu’nun, ilgili ilgisiz her konferansında “Kahpe Timur” demeyi adet edinmesi gibi.  Yalnız yazar, “Kürtler Türktür” demek yerine daha da tehlikeli bir ifade tarzı kullanıyor. Neyse, bundan sonrası da siyasi bir yazıya konu olacak derecede güzel bir konu..




[1] S. 249.
[2] S. 250-251.
[3] S. 251-252-253.
[4] S. 253.
[5] S. 253’ten itibaren.
[6] S. 266.
[7] S. 273.
[8] A.y. 

"İRAN İLE TURAN" YA DA DELİLSİZ TARİH OLUR MU?-6


Kitabın 7. Bölümü “Avrasya’da Saka Çağı” adını taşımaktadır.[1] Adından anlaşılacağı üzere, yazar bu bölümde İskit-Saka dönemini ve toplum yapısını anlatmaktadır. Bu bölümde anlatılanların bazılarını biz de kabul etmekteyiz. Kabul etmediğimiz, itirazımızın olduğu ya da soru işaretleri uyandıran bazı ifadeler içinse, burada değil başka yazılarımızda daha geniş olarak değineceğimizi bildirmek isterim. Ancak, daha önceki bölümlerde yaptığımız gibi, aklımıza ve gözümüze takılan bazı ifadelere değinmeyi ihmâl etmeyeceğiz.

Yazar, kitabının 212. sayfasında bulunan bir dipnotta şu ifadelere yer vermiştir: “.. (Kıpçaklardan bahsettikten sonra), bunun içinden de Kang adında birinin adından 11. yy’dan itibaren Kanglılar oluşmuştur” demekte ve kendisine ait başka bir çalışmaya gönderme yapmaktadır. [2] Öncelikle yazar, basit bir yakıştırma yaparak “Kang adından Kanglı sözü çıkmıştır” demektedir. Ancak konuyla ilgili Türkiyedeki en iyi çalışmalardan birisi olan sayın hocam Osman Yorulmaz’ın çalışmalarını görmemişe benzemektedir.[3] Sayın Yorulmaz, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisinde[4] ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisinde[5] 2006 ve 2007 yıllarında yayınlanan toplam 4 (dört) makalesinde Kanglılar’ın tarihini incelemiştir. Özellikle Kanglıların menşe meselesine değinilen son makalede, onların Çin kaynaklarında adı geçen Kao-c’he’ların torunları oldukları delilleriyle ortaya konulmuştur. [6] İnternet üzerinde sadece 15 dk süren bir arama neticesi ulaştığımız bu makalelere, bu kitabın yazarının ulaşamaması diye bir durum kabul edilemez. Burada, siz okuyucularımızın aklına şöyle bir soru gelebilir: Yazar, bu kitabını Yorulmaz’ın söz konusu makalelerinden önce yazmış olamaz mı? Olabilirdi, ancak yazarın yukarıda değindiğimiz dipnotta gönderme yaptığı kendi çalışmasının yayın tarihi, yine bu çalışmanın arkasında bulunan kaynaklar bölümünde şu şekilde verilmiştir: “Karatay, Osman, “Hanakas Oğuzlarından Karakalpak ve Özbeklerin Keneges Boyuna”, Fuzuli Bayat Armağanı, der. Eyüp Ay, Ankara: 2008. S. 177-186.”. Görüldüğü gibi, yazar bu makaleyi Yorulmaz’ın çalışmalarından çok daha sonra yayınlamıştır. Ayrıca daha önce yayınlamış olsa dahi, eleştirisini yapmış olduğumuz kitap Mayıs: 2012 tarihlidir ve 4 yıl önceki bilgilerin bu kitapta tadil edilmesi gerekirdi.
“İyi bildiğimiz dönemlerde Ari halkların böyle bir kültürle (kurgan kültürü A.Y.) ilgisi yoktur. Eskiçağ’da kurgan kültürünün hâkim olduğu yerlerde ise Ariler veya Hint-Avrupalılar bulunmuyordu. Neticede Azerbaycan-Irak[7] kaynaklı olmakla birlikte, tarihi dönemlerde bozkır’a münhasır hale gelen kurgan kültürü ve onun tamamlayıcısı olan balbal ve taş babalar Sakalar’ı gittikleri yerde takip etmiştir.”[8] Kendi çalışma alanımız olması dolayısıyla bu sözlerle ilgili söyleyecek çok şeyimiz bulunmaktadır.  Kurgan, balbal ya da taş babaların Azerbaycan-Irak kökenli oldukları nereden çıkmıştır? Daha önce de değindiğimiz gibi bölgede bulunan en eski kurganlar M.Ö. 1 bin yıl civarına aittir. Bu da Manna-Mada devrine tekabül eder. Balbal ve taşbabaların benzeri[9] olarak nitelendirdiğimiz Hakkari Stelleri’nin tarihlemesi de aşağı yukarı M.Ö. 2. bin yıl sonlarına yapılmaktadır.[10] Kendi Y. Lisans tez çalışmamızda da değindiğimiz gibi, Güney Azerbaycan bölgesinde bulunan ve balbal-taş baba geleneğinin yansıtan eserlerinse tarihlemesi kabaca M.Ö. 1. bin yıl’ın ilk yarısıdır.[11] Bölgede bundan öncesine ya da sonrasına tarihlenmiş bir eser bulunmamaktadır. Ancak, bugünkü Ukrayna topraklarında M.Ö. 4. bin yıl başlarına, İtalya ve Batı Avrupa’da ise M.Ö. 4. bin yıl sonları ile 3. bin yıla tarihlenen balbal/taş baba benzeri eserleri bu kronolojinin neresine koyacağız? Eğer yazar haklıysa, yani bu ikonografinin çıkış noktası Azerbaycan/Irak coğrafyasıysa, bölgede M.Ö. 1. bin yıldan, hatta bahsettiğimiz diğer örneklere bakarak, M.Ö. 4. bin yıldan da eski benzeri heykelleri bulmamız gerekirdi. Halbuki, Orta Asyayla ve eski Türk kültürüyle ilişkisini hemen herkesin kabul ettiği Sümerlerde, Elamlarda, hatta bölgedeki herhangi bir diğer kültürde (Akad, Asur, Hitit gibi Sami ya da Hint-Avrupalı veya Guti, vs gibi akraba(?) ) bu balbal/taş babaların benzerlerine rastlanmamaktadır. Bu durumda da, yazarın bu kültürün kökenini Azerbaycan/Irak olarak belirtmesi de, şu anda elimizde bulunan arkeolojik materyallere dayanarak, havada kalmaktadır.

Yine ayrıca, İskit/ Saka önemine tarihlendirilen balbal/ taş babalar, özellikle Ukrayna bölgesinde yoğunlaşmıştır. Bunun dışındaki büyük İskit / Saka ülkesinde herhangi bir balbal / taş baba örneğine şimdiye dek rastlanılmamıştır.

Yukarıda incelediğimiz cümlenin akabinde “Doğu Anadolu’ya gelen Sakaların kalıntıları iyi bildiğimiz eski Orta ve İç Asya Türklerine ait buluntularla karşılaştırılmış, neredeyse aynilikler tesbit edilmiştir”[12] demekte ve şöyle bir dipnot vermektedir: “Bkz. Sevin ve Özfırat, “Hakkari Stelleri”, Sf. 301-330, Doğu Anadolu’daki varlıkları için bkz. Durmuş, “Anadolu’daki Kimmerler ve İskitler, s. 285-286”. [13]   

Gerek Veli Sevin kendi çalışmasında, gerekse de Aynur Özfırat’la birlikte hazırladıkları ve yazarın gönderme yaptığı makalede, [14] tarihleme olarak M.Ö. 2. bin yıl sonlarını vermektedirler. Yani İskit-Sakaların bölgeye gelmelerinden en az 300 yıl önce. İlhami Durmuş’un söz konusu makalesinde ise, arkeolojik malzemelerden ziyade Ksenophon’un Anabasis isimli eserinde anlattıklarından çıkarımlar yapılmıştır. Bölgede yapılan arkeolojik kazılarda, Kimmer, İskit gibi bozkır kökenli halkların malzemeleri bir tasnife tabi tutulmamış, incelemeleri de şimdiye kadar yapılmamıştır. O yüzden, bölgedeki varlıklarıyla ilgili elimizde maddi çok fazla kanıt bulunmamaktadır. Yani karşılaştırma yapabileceğimiz arkeolojik buluntu yoktur.

Bundan sonrasında yazar yine dil karşılaştırmalarına girerek İskit / Saka dilinden elimize ulaşan bazı dil verilerini, Türkçeyle karşılaştırmaktadır. [15]  Yalnız yazar, bu kısma geçmeden önce, Herodotos’u kaynak göstererek şu ifadeye yer vermiştir: “Nitekim Herodotos, Sakalar’da putların olmadığını söyleyerek çok önemli bir ayrıntıyı gözler önüne serer”. [16]

Kaynağa baktığımızdaysa Herodotos’ta şunu görmekteyiz: “Ares dışında heykel, sunak, tapınak kurma gelenekleri yoktur, yalnız Ares için yapılır.”[17] Görüldüğü üzere yazarın ifadesi eksiktir. Eksik ifade de bizi eksik ve yanlış kanaatlere götürür.

Yazarın, bize tuhaf gelen bir diğer iddiası ise “Herkül ile Köroğlu” adını taşıyan kısımda anlatılanlardır. [18] Adından da anlaşılacağı üzere yazar, M.Ö. 1. bin yılın ilk yarısındaki Yunan mitolojisinin önemli figürlerinden olan Herakles’i, Türk destan kahramanı Köroğlu’yla özdeşleştirme çabasına girmiştir. Bu konuyu biz değil de, bir halk bilimcinin incelemesi daha yerinde olur.

Yine bu kısımda İskitlerin boylarından birisi olan ve sonraki dönem Türk tarihinde de adlarına sıkça rastlanılan Akatzirleri, sonraki dönem Ağaç Erilerle aynılaştırma çabası görmekteyiz.[19] Acaba bozkır bölgesi halkı kendilerine neden “Ağaç Eri” ismini vermiştir?

  


[1] S. 209’dan itibaren.
[2] S. 212. Dipnot: 370.
[3] Doç Dr. Osman Yorulmaz. MSGSÜ Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.
[4] Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, S. 162-165-166.
[5] İÜ Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi: S. 43.
[6] Bkz. Yorulmaz, “Kanglıların/Kanklıların Menşe Meselesi”,  Sf. 93’ten sonrası..
[7] Aslında Mezopotamya.
[8] S. 225.
[9] Ama aynısı değil.
[10] Bkz. Veli Sevin, Hakkari Taşları: Çıplak Savaşçıların Gizemi, YKY: 2005.
[11] Bkz. Yılmaz, Adil, “İran-Tebriz Azerbaycan Müzesinde Sergilenen Balbal Biçimli Heykeller ve Bu Heykellerin Türk Tarihi Açısından Önemi”, Yayınlanmamış Y. Lisans Tezi, MSGSÜ Sos. Bil. Ens: 2012.  
[12] S. 225.
[13] S. 225. Dipnot: 399.
[14] Belleten, LXV: 243.
[15] Sf. 227’den itibaren.
[16] S. 226.
[17] Herodotos, IV/59.
[18] Sf. 235.
[19] S. 236-237. 

18 Temmuz 2012 Çarşamba

"İRAN İLE TURAN" YA DA DELİLSİZ TARİH OLUR MU?-5


Kitabın 6. Bölümü “Ariana: Barbarların istilası” adını taşımakta ve adından anlaşılacağı gibi ağırlıklı olarak  Hint-Avrupalılardan bahseder.[1] Hint-Avrupa dilli halkların yayılım alanlarıyla birlikte tarihçelerinden bahsedilen bu kısımla alakalı olarak, bizim değil de dil bilimcilerin söyleyebilecekleri olduğunu düşünüyoruz.

Bu bölümde geçen bazı ifadeler, mantığımızı zorlamakta: “Baltık Denizi’nin batı sahillerinde çoğalan German kabileleri, Hunların başlattığı ünlü Kavimler Göçünden  en fazla etkilenen ve yurtlarını terk ederek Avrupa’yı darmadağın eden, ama kıtaya bugünkü görünümünü veren topluluklardır” sözünde olduğu gibi. [2] Batlık Denizi’nin batısında İskandinav yarımadası bulunmaktadır ve Hunların bölgeyle bağlantıları çok da net değildir. Hatta hiç yoktur. Yazarın burada sözünü ettiği, Kavimler Göçü sonrası Avrupa’ya şeklini veren Germen kabileleri, Karadeniz’in kuzey taraflarında, bugünkü Kırım’dan başlayarak batıya doğru yayılmışlardır. Yani Ostrogotlar, Vizigotlar, Gepidler, Vandallar ve Süevler. Bunların kuzey batılarında, yani Baltık Denizinin güney sahillerinden Ren Nehrine kadar olan bugünkü Almanya taraflarında ise diğer Germen kabileleri vardı. Yani Angeller, Saksonlar, Franklar, vd.

178. sayfadan başlayarak diğer sayfada da devam eden bir dipnotta şöyle denilmektedir: “Örneğin bizdeki “kele- “konuşmak” (gelin kelimesi ondan gelir ve herhalde kaynanalarca verilmiş bir isimdir)..”[3] Maalesef Türkçe bir etimoloji sözlüğü açığı bulunmaktadır. Ancak gelin sözüyle ilgili genel olarak düşünülen, “gelmek” fiilinden türemiş olması gerektiğidir. [4]  Aynı dipnotta yazar, Arapça ve İbranicedeki bazı sözlerle, Türkçe bazı sözleri vererek ses benzerliklerini sıralar. Verilen bu sözleri topyekün reddetmek şu anki bilgimizce olanaksızdır. Sadece Knesset sözü ile Kengeş sözü arasında bir benzerlik göremediğimizi söylemek isteriz. [5]

“.. Türkiye’de “aşırı milliyetçi” kimlikleriyle bilinen tarihçilerimizin bile Orta Asya’ya akınları sırasında Ari kavimlerinin “Türklerin medeni terakkisini vasıta olduklarını” iddia etmeleridir.” [6] Yazar burada, sözünü ettiği bu hocalardan örnekler verseydi keşke.. Acaba kimdir bu “aşırı milliyetçi” tarihçiler? Kişisel olarak, şimdiye kadar böyle bir tarihçiyle karşılaşmadım. Yani hem “aşırı milliyetçi” olacak, hem de “Ariler, Türkler’e medeniyet getirdiler” diyecek..

Yazarın Hint-Avrupalılar’ın devlet olgusuyla geç karşılaştıklarını göstermek için ileri sürdükleri görüşlerde de bazı eksiklikler bulunmaktadır. Evet, yazarın da belirttiği üzere Germen ve Slav boyları, devletleşme sürecine çok geç, M.S. 5. yy’dan sonra girmişlerdir. Ancak, onlardan önce dünyanın gördüğü en büyük devlet ve medeniyetlerden birisini kuran Romalılar ya da Helenistik dönem krallıklarının çoğunun da Hint-Avrupalı olduğunu unutmamak gerekir. Evet, yazarın dediği gibi Persler, M.Ö. 9. yy’da İran coğrafyasına girdiklerinde çok ilkel bir durumdaydılar. Medeniyetle birlikte, toplumun en önemli kurumlarını da, komşuları olan Elamlardan ve Medlerden almışlardır. Ancak onlardan 1.000 yıl önce Anadolu’ya yerleşerek devlet ve medeniyet kuran Hititler de Hint-Avrupalı bir halktı.

“Latince ve Türkçe” başlıklı kısım[7] da yazar, Latince bazı sözcükleri Türkçe bazı sözcüklerle eşleştirmektedir. Verdikleri örneklerden bir tanesi Türkçe yanak sözüdür. [8] Yazar bu sözü verdikten sonra, Latincesini Gena,  Yunancasını ise Genus olarak verip bunların Türkçe yanak sözcüğüyle ilişkisini böylece kurar.  Ancak ne Klasik Yunanca (Hellence) ne de modern Yunanca sözlüklerde Yanak anlamına gelen bir Genus sözüne rastlayamıyoruz. Elimizdeki (Klasik) Yunanca-Türkçe Sözlük’te Genos, ous’un karşılığı olarak “cins, soy, tür, kuşak” yazmaktadır. Bu da hemen bütün batı dillerinde ve bu diller vasıtasıyla bizim dilimizde de kullanılan “gen, genetik, jenerasyon” sözlerinin kaynağıdır.      

Yazar “Zaten Türkçe er kelimesinin karşılığı Latince vir’dir” diyor. [9] Yazarın buradaki kesin kanaatinin sebebi, galiba, Türkçe “Erdem” sözüyle Latince benzer anlama gelen “Virtus” sözünün benzerliği dolayısıyladır. Yani “erdem”in sonundaki –dem’i ve “virtus”un sonundaki –tus’u atınca kalan iki hecelerin birbirlerine olan ses benzerliğidir. 

Bundan sonraki kısımlarda da yazar sık sık ses benzerliğiyle anlam çıkartmaya devam etmektedir. “Almanca sagen, İngilizce say=Türkçe söylemek” gibi, [10]

“.. Ada’ya (Britanya Adası’na A.Y.) göç eden German kabilelerine katılan bir Hun, belki de Bulgar topluluğunun varlığını biliyoruz”.[11] Varlığını bildiğimize göre, bu topluluğun Hun ya da Bulgar olup olmadıklarını da bilmemiz gerekmez mi?

“.. Türkçe yarumak ışıldamak, parlamak demektir; yaruk ise parlak, aydınlık anlamına gelir. İngilizce’ye çok kelime veren Bulgarca’da bunun telaffuzu daruk biçiminde olacaktır.İngilizlerin dark kelimesiyle neden aydınlığı değil de karanlığı anlattıkları kendi sorunlarıdır” [12] sözüne cevap vermektense, bunu burada yayınlamayı daha uygun görüyoruz.

Görüldüğü üzere, yazar bu bölümlerde genel olarak hep dil örneklerinden yola çıkmıştır. Biz kendi uzmanlık alanımız olmayan bu konuda fazla bir şey söylemiyor, ancak konunun gerçek uzmanlarının yorumlarını da bekliyoruz.

Daha önce de değindiğimiz gibi[13] ““Bu ailenin doğu kolunu, Hint-İran veya eski ismiyle Ari ırkının dili oluşturur. Bunların yurdu, yani Arianem Harezm civarında olmalıdır” diyen yazar, bu sefer de kökenleri olarak Doğu Avrupa’yı göstermekte ve dünyaya oradan yayıldıklarını söylemektedir. [14] Ayrıca bu halkların sadece Hazar’ın kuzeyinden geçtikleri sözü de düzeltilmesi gereken bir sözdür. [15] Daha önce de değindiğimiz gibi, Hazar’ın kuzeyinde göç teorileri pek çok farklı konuyla ilgili araştırma eserlerinde yer almaktadır. Ancak eğer Hint-Avrupa halkları  Hazar’ın kuzeyinden geçtilerse, Hititlerin M.Ö. 2. bin yıl başlarında Anadolu’ya göçlerini nasıl açıklayacağız? Bazılarının dediği gibi Trakya üzerinden mi geldiler? Eğer öyleyse bu göç hareketiyle ilgili hiçbir arkeolojik malzemenin olmamasını neyle açıklayacağız? Tabii aynı sorular, Hititlerden hemen sonra Anadolu’da egemenlik kuran Frigler için de geçerlidir.

Yazar, şâheser buluşlarından birisini de burada yazmıştır: "Farsça'da rastlanan Khor (dağ) kelimesi de Slavca kelimeler gibi aynı kaynaktan alınmışlardır (yani Türkçe or-man AY). Üstelik bunun Sami dünyasına uzandığı anlaşılmaktadır, ki Mekke yakınlarındaki meşhur dağın adı Hira'dır. İsviçre'de de bir dağın adında Hor geçmektedir." [16] 

Sami dillerinde dağ ya da tepe anlamına gelen birkaç söz bulunmaktadır. Bunlar Arapça'da Tur (Tur-ı Sina vb), Cebel (Cebel-i Lübnan); İbranice'de ise Har (Armageddon sözünde geçer)'dır. Yazarın mantık kullandığını varsayarak düşünecek olursak, bütün bu dillerdeki dağ anlamına gelen sözleri, "cebel hariç" Türkçe kökenli mi sayacağız? Ya başka birisi çıkar ve "Türkçe'de bulunan Or-man sözünün başındaki or- kökü, Sami kökenlidir. Zira Sami dilleri olan İbranice ve Arapça'da yer almaktadır. Bu dillerdeki geçmişleri de, yazılı kaynaklara dayanarak M.Ö. 1. bin yıl başlarına dek gitmektedir" derse ne olacak?  Görüldüğü üzere, Amazon=Amma uzun, Niyagara=Ne yaygara şeklinde giderek tarih olmuyor. Bu şekilde giderek, olsa olsa maskara olunur..  




[1] S. 158’den itibaren.
[2] S. 168.
[3] S. 179. Dipnot: 296.
[4] Belki de “kalmak” sözünden gelmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki, bu sadece dilci olmayan, dilin geçmişiyle ilgili bilimsel bir eğitimi olmayan bir arkeolog ve tarihçinin sözüdür.
[5] S. 179. Dipnot: 296.
[6] S. 181.
[7] S. 188.
[8] S. 189.
[9] S. 191.
[10] S. 192-193.
[11] S. 195.
[12] S. 198.
[13] Bkz. 3. Bölüm Eleştirisi.
[14] S. 203.
[15] S. 204.
[16] S. 202.

"İRAN İLE TURAN" YA DA DELİLSİZ TARİH OLUR MU?-4


“Türklerin Asıl Yurdu Neresidir?” başlığını taşıyan 5. Bölümde[1]  yazar,  Türklerin Ana Yurdu’nun  neresi olduğu meselesine, daha önce de belirttiğimiz gibi, Azerbaycanlı bazı araştırmacıların teorileri çerçevesinde yanıtlar vermeye çalışmıştır. [2]

Buradaki bir paragrafta şöyle demektedir: “Yani, Osmanlı tarihi için de çok yapıldığı gibi, eski Türk tarihinde Kurt motifinden yola çıkarak bir kahramanlık destanları çağından bahsetmek gayet doğru ve yerinde bir davranış olacaktır.” Doğrudur, zaten böyle yapılmaktadır. Devamında ise: “Ama birileri de kalkıp kurt ile insanın cinsi münasebetinden bir sapıklık hikâyesi çıkartabilir; hatta Altaylar’da bulunan kimi çizimlerden eski Türkler’de pornografi kültürü diye bir bahis açabilir. Aynı mantıkla gidersek[3] buna da diyecek bir şeyimiz olmaz.” der. Ancak, yazarın söylediğinin hilafına, diyecek çok şeyimiz olur.  Öncelikle, destanlardaki sembolik motiflerin tamamını gerçek olarak gören kimse var mıdır acaba? Biz Türklerdeki kurt motifini bir tarafa bırakalım, İslâmi dönemde pek çok din büyüğünün[4] Horasan’dan Anadolu’ya güvercin ya da turna donunda[5] geldiklerine dair inanışlar, insanlar tarafından gerçek olarak mı algılanmaktadır? Ayrıca bunu söyleyenlere ya da söylemeye niyetlenenlere de bizim soracak daha ağır ve altından kalkamayacakları sorular vardır. Ancak bu eleştiri, bunun yeri değildir. Gerekirse sorulabilir.

Kaya resimlerinde bulunan resimleri de, günümüzün bakış açısıyla “pornografik” olarak nitelemek, ancak “tüküreyim böyle sanata” zihniyetinin yansıması olabilir. Onlarla ilgili de verilecek yerinde cevaplar vardır fakat o burası, bunun ne yeridir ne de zamanı..

“Gerçi, meselâ kurganları takip ederek, geri geri gelerek Asya’dan Doğu Avrupa’ya, oradan Kafkaslar üzerinden Azerbaycan’a inmek mümkün oluyor..” sözü de tashih edilmesi gerekli bir sözdür. Doğu Avrupa’da bulunan Kurganların yaşının M.Ö. 6. bin yıla kadar indiği belirtilmektedir. Kafkaslardaki en eski kurganlardan birisi olan Maykop Kurganı da M.Ö. 3. bin yıl ortalarına tarihlendirilmiştir.[6]  Azerbaycan’daki kurgan kültürüyle alakalı bir makale yazan Dr. Tohid Melikzadeh[7] İran’ın Huzistan eyaletinde 1930’larda başlayan ve 1980’lerde devam eden arkeolojik çalışmalar sırasında bulunan ve Elam dönemine tarihlenen bazı mezarlardan bahsetmekte ve bunları “kurgan” diye adlandırmaktadır. Ancak bunları “kurgan” olarak adlandırmakta yeterli bilgimiz olmadığından şimdilik güçlük çekmekteyiz. Melikzadeh, aynı makalesinde bugünkü Azerbaycan topraklarındaki asıl kurgan kültürünün M.Ö. 4-3. asırlarda başladığını söyler. Bizce bu tarih, özellikle Güney Azerbaycan’da yapılan son çalışmalar ışığında yaklaşık beş asır daha geri çekilmelidir. Bugün Güney Azerbaycan’da, Erdebil yakınlarında ortaya çıkartılmış olan kurganlar, İskit tipinde olup at iskeletleri de bulunmaktadır. Böylece bölgedeki en eski kurganların da M.Ö. 1. bin yıl başlarına tarihlendirilebilecek olan bu kurganlar olduğunu söyleyebiliriz. Yani, bu tarihten daha eskilere gidebilmek için elimizde ne tarihi, ne de arkeolojik sağlam delil bulunmamaktadır. Yani, yazarın belirttiği gibi “kurganlardan geriye doğru giderek Azerbaycan bölgesine ulaşmak” mümkün değildir.

Yazarın bu kısımda[8] yapmış olduğu Sümer dili ve kültürü ile alakalı yorumlar, ihtisas alanımız olmaması ve olumlu ya da olumsuz spekülasyonlara açık bir konu olması dolayısıyla, tarafımızdan yorumsuz geçilecektir.    Ancak yazarın Türk tarihiyle alakalı olarak ileri sürdüğü bir görüşe karşılık şunları da söylemeden geçemeyeceğiz: Yazarın Sümerlerin kendilerine verdikleri isim olan Kengerler ile Peçenek Kangarların, yahut da Kengerlerin irtibatlı olduğuna, hatta düpedüz Peçeneklerin bu Sümer Kengerlerin torunları olduklarına yönelik yazdıkları[9]  yine herhangi bir maddi delil içermeyen iddialardandır. Biz bu iddiayı reddetmiyoruz, ancak aradaki 5 bin yıl zarfında isimlerini bile değiştirmeyecek kadar sağlam kalabilen bir toplumun varlığıyla ilgili olarak sadece ses benzerliği kullanmanın eksik olduğunu söylemek istiyoruz. Hem de 5 bin yıl boyunca kendilerini bu kadar koruyabilmiş olan bir toplumun Doğu Avrupa’ya gelir gelmez bir nesilde ortadan kalkmalarını anlamakta da zorluk çekiyoruz. Ayrıca yazar nedense hep, bölgeden yani kabaca Ön Asya’dan göç ederek Orta Asya’ya gittiklerini ileri sürdükleri boyları Kafkasları aşıp Hazar’ın kuzey tarafından bölgeye gitmiş gibi göstermektedir. Acaba yazarın var olduğunu iddia ettiği  bu topluluklar, Hazar’ın güneyinden gidemiyorlar mıydı? Bilindiği üzere, o bölgede erken dönemlerde bu topluluklara engel olacak herhangi bir devlet ya da halk bulunmamaktaydı. Pers kabilelerin bölgeye gelişlerinin de M.Ö. 9. yy sonları olduğu kaynaklarda yer almakta olduğuna göre[10] Ya bu civarda onları engelleyebilecek başka bir  şey olmalı, ya da yazarın ve aslında bölgeyle alakalı çalışan pek çok kimsenin de söylediği, hep “Hazarın kuzeyinden göç” hadiselerini yeniden gözden geçirmek gerekmektedir. [11]   

Aynı şekilde, bunun hemen arkasından gelen “Kuzey Irak ve Türklerin İlk Ataları” adlı kısımda da benzer savlar ileri sürülmektedir.[12] Bu kısımdan da yalnızca iki bölümü alıp incelemekle yetineceğiz. Bunlardan birincisi “Tek başına Subarların dili hakkında karar vermek şimdilik zor, ama bölgedeki diğer akraba halklarla birlikte düşünüldüğünde, bunların Türkçe’ye benzer veya Türkçe’nin kaynağı bir dil konuştukları anlaşılabilir. Dolayısıyla, bugün Türkiye’nin endişe kaynağı olan bir bölgenin, Kuzey Irak’ın Türklerin atalarının tarihte bildiğimiz ilk yurdu olması muhtemeldir”[13] paragrafıdır.

Yazar, bu kısımda eski Subar halkının diline ait toplu verilere sahip olmadığımızı[14] belirtirken  yalnızca isim ve ses benzerliğine dayanarak bu halkı Türk ya da Türklerin ataları olarak ilan ediyor. Bununla da kalmayarak Kuzey Irak bölgesini, yani Türk yaşam tarzına uygun olmayan bir bölgeyi “Türklerin ilk yurdu olması muhtemeldir” diye nitelendiriyor. Önceki bölümlerde “iki kabilenin yan yana yaşamasına elverişsiz olan Altaylar Türklerin ana yurdu olamaz” diyebilen yazarın[15], Altaylar bölgesinden kat be kat küçük ve yaşamaya elverişli olmayan bir bölge olan Irak’ın kuzey kesimlerini Türklüğün ilk yurdu olarak nitelendirmesi gariptir.

Bir sonraki paragrafta ise şunlar söylenilmektedir: Kuzeydeki Türk boyu Sabirler hakkında çok yazılı metin vardır. Ancak Türkiye’de iyi bilinmeyen bir Sabar öyküsünü vereceğiz. Bu halktan bir sınıf, Ari istilasından hemen önce Hindistan’a kadar gitmiş bulunuyordu. Bu, Samilerin baskısının hemen ardından olmuştur ve tarihleme sorunu bulunmaz. Bir süre sonra Ariler saldırmaya başlayınca bunlar yerlileri örgütleyerek inatçı bir savunma vermişlerdir. Dekkan bölgesinde yaşayan Munda dilli topluluklar, kelime hazinelerinde bunlardan hayli hatırayı muhafaza eder. Subarların bu direnişleri, lakin sonunda yenilmeler, vahşi ve yok edici Ariler tarafından tamamen ortadan kaldırılmalarına sebep olmuş olabilir.” [16]  

Görüldüğü gibi yazar, aynı olaydan bahseden bir paragraf içinde aynı halktan üç değişik isimle bahsetmektedir. Gerçi yazar, bölümün önceki satırlarında Subar=Sabar=Sabir=Suvar denklemini kabul ettiğini belirtmişse de, aynı paragrafta bunlardan sadece bir tanesini kullansa daha iyi olurdu. Yalnız şuna dikkat edilmelidir: Bizim Mezopotamya’daki Subar halklarıyla ilgili bilgi aldığımız kaynaklar, Akad ve Asur çivi yazılı tabletleridir. Sami dillerinin ortak özelliği bu dillerde de görülmektedir. Yani bu diller ünsüz harflerle yazılmaktadır. Bu yüzden bu ünsüz harflerin arasına istediğiniz sesli harfi getirerek istediğiniz sözcüğü oluşturabilirsiniz.

“İran’ın İlk Sahipleri ve Türklük” adını taşıyan ara başlık altında bölgedeki en eski uygarlık olan Elamları anlatan yazar[17] , bu halkın devlet geleneği, medeniyeti ve tarihinden kısaca bahsettikten sonra sonuçta şöyle demektedir: “Yani bitişken dilli halklar[18], bildiğimiz kadarıyla buranın yerlileridir, başka yerden gelmemişlerdir.” [19]

Ancak burada şöyle bir gariplik vardır: Bölgeyle alakalı en kapsamlı çalışmanın sahibi olan ve yazarın da zaman zaman çalışmasına atıfta bulunduğu Tebrizli merhum Prof. Dr. M. Taki Zehtabi, “İran Türkleri’nin Eski Tarihi” eserinde Elâmları da Sümerler gibi Orta Asya’dan göç ederek bölgeye yerleşmiş bir halk olarak göstermektedir. [20]

Bir sonraki kısımda yazar, Azerbaycan coğrafyasındaki eski halklara ait bilgiler vermektedir. [21] Hurriler, Mitnniler, Urartular gibi, bölge tarihinde 2 bin yıl süreyle egemen olmuş ve diğerlerine nisbetle haklarında çok fazla bilgi olan halklar hakkında daha fazla bilginin bu çalışmada olması gerekirdi.
“Doğu Anadolu’nun İlk Sahipleri ve Türklük” adını taşıyan sonra kısımda[22] yazar Urartulardan ve bölgedeki diğer bazı halklardan bahseder. Burada da şöyle bir cümle kurmuştur: “Bu halkın (yani Urartuların A.Y.) kalıntılarından sonraki dönemin etnik oluşumlarından (Ermeni, Med, Pers, Süryani vs.) hiçbirine dahil olmayanların bir kısmının dağınık Kürt etnosuna dahil oldukları anlaşılmaktadır.”[23] Bu cümleye en başından incelemeye başlayalım. Ermeni (=Hay) halkı bir tarafa, Med, pers, Süryani gibi toplulukların Urartu halkıyla ne gibi ilişkileri oldukları tarafımızca bilinmemektedir. Medler ve Persler eski Urartu topraklarında siyasal olarak egemenlik kurmuşlardır ancak, etnik bir karışımın olduğuna dair herhangi bir bilgimiz bulunmamaktadır. Daha komiği, erken devirlerden itibaren Mezopotamya’nın kuzeyine yerleşen Akad, Asurlu gibi Sami halkların torunları olan ve önemli bir medeniyet oluşturan Süryani halkının Urartularla ne gibi bir münasebeti bulunmaktadır? Bilemiyoruz. Eğer varsa, açıkçası bilip öğrenmekten de onur duyarız. 

Urartuların kimseyle karışmayan bakiyelerinin sonraki dönem Kürt (Osmanlı kaynaklarında kürd) toplumu içerisinde olduğu bilgisi de gariptir. Haklarında ilk bilginin M.S. 1.000 yılından itibaren elimizde olduğu, ancak bu tarihten sonra tarih sahnesine çıkan, Farsçayla akraba bir dil (ya da diller) konuşan ve yapılan bütün araştırmalarda ayrı bir Hint-Avrupalı millet olarak vasıflandıran insanları, tutup da “Urartuların torunları” diye nitelemek de gariptir. O zaman ya Urartuları da Hint-Avrupalı olarak nitelendirmek gerekecektir, yahut da bu farazi Kürt olmanın=Kürtleşmenin delillerini ortaya koymak gerekmektedir. Aksi halde, söylenen bütün sözler havada kalacak ve başka yerlere hizmet etmekten başka işe yaramayacaktır.

Mari metinlerinde geçen “Turukkular” ya da Shemshara Tabletinde bahsedilen “Turki Krallığı” ile ilgili olarak da, elimizde bu iki söz dışında kanıt bulunmamaktadır. Hep dediğimiz gibi, sadece isimlerden yola çıkarsak hata ederiz. Bunları diğer tarihi ve arkeolojik verilerle desteklemedikten sonra bütün bu yazılanlar havada kalacaktır. Kitabın bu bölümüyle[24] ilgili bir düzeltme: Akad Kralı Naram-Sin’in Anadolu’ya yaptığı sefer M.Ö. 2.000 yılında değildir. Naram-Sin M.Ö. 2291-2255 yılları arasında hüküm sürmüştür ve doğal olarak bölgeye yaptığı sefer de bu tarihler arasındadır.

“Medler, Türkler ve Kürtler” adını taşıyan bir sonraki kısımda[25] yazar sadece Manna/Mada/Med tarihini anlatarak Kürtlerin Medlerle alakası olmadığı sonucuna ulaşmıştır.[26] Ancak yazar yine de Kürtlerin, varlığından son derece emin olduğu bu eski Türklerin soyundan geldiklerinden ısrarcıdır.

Bu kısımda yazar Med tarihiyle alakalı olarak onların İskitleri ortadan kaldırdıklarından, Asur’u yıkıp bir anda Kızılırmak sınırına dayandıklarından ve burada Lidyalılar’la savaştıklarından bahseder. [27] Bu teoride gözden kaçan bazı detaylar vardır. Bunları maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:
1. M.Ö. 720-700 arası Kimmerlerin önce Kafkaslar’dan Doğu Anadolu ve Azerbaycan’a, oradan da Sakarya havzasına kadar göçleri.
2.M.Ö. 626 İskitlerin bütün Ön Asya’ya hakimiyetlerinin sonu ve kuzeye çekilmeleri.
3.M.Ö. 625 Med Kralı Keysar’ın başa gelişi.
4.M.Ö. 612 Asur Devleti’nin yıkılışı.
5.M.Ö. 590 Kimmerlerin, Lidyalılar tarafından Anadolu’dan sürülmeleri.
6.M.Ö. 690-585 Kızılırmak kenarındaki Med-Lidya Savaşı.

Görüldüğü üzere Medlerin Asurluları yıkmasından Lidyalılarla savaşmalarına kadar 27 yıl geçmiştir. Bu süre zarında savaşmayan iki devletin bir anda savaşmalarının nedeni Medlerin yayılmacı politikaları değil, tahminimizce Kimmerlerin Anadolu’dan sürülmeleriyle bağlantılıdır. Çünkü savaş 690 yılı civarında başlamıştır[28] ve bu tarih tam da Kimmerlerin Anadolu’dan çıkartılma tarihlerine denk gelmektedir. Ayrıca Ön Asya’daki İskit egemenliğini ortadan kaldıranların doğrudan Medler olduğu yolunda da elimizde bir kanıt bulunmamaktadır. 

Yazar, “Kürtlerin Aslı Nedir?” kısmında ise, 70 yıllık tekerlemeleri tekrarlar görünmektedir. [29] Elegeş Yazıtında geçen sözün Körtül olduğu ve güçlü, kuvvetli gibi anlamlar taşıdığı artık bütün akademik camia tarafından bilinmektedir. [30]  Hal böyleyken hâlâ aynı yanlışta ısrarcı olmanın bir anlamı var mı? Macarlar içindeki Kürt-Gyarmat boyundaki Kürtlerin de, bugün Ortadoğu’daki Kürtlerle alakaları olmadığını, genç Macar Türkolog Attila Mattefy anlatmıştı.

“Öncelikle şimdiki Kürtlerin Orta Asya kökenli olduğu şeklindeki bir görüş çok saçma ve dayanaksız olacaktır” diyen yazara biz de aynen katılıyoruz[31].   Ancak kendisine şiddetle karşı çıktığımız husus, Kürtlerin Türklerle akraba olduğu yolunda süregelen resmi propagandanın bir parçası olan şu cümlelerdir: “.. illa da bir bağlantı varsa, Orta Asyalı Kürtlerin şimdiki Kürtlerin ataları olan topluluktan ayrılarak oralara gittiğini düşünmek daha mantıklı olacaktır”[32]. Yazarın mantıklı olacak dediği şey, ne tarihi ne arkeolojik, ne de günümüz koşullarında hiçbir şekilde onaylanmayan, elde hiçbir delili olmayan bir durumdur. O Kürtlerle, bu Kürtler aynıymış! Elegeş Yazıtında Kürt sözünün geçmediğini, geçen sözün başka olduğunu fakat yanlış okunduğunu söylemiştik. Macarlar içindeki Kürtlerin ise, Ortadoğu Kürtleriyle bir ilgisi olmadığı zaten bellidir. Bu durumda hangi mantık, hangi delil?

“Bunların (Farsların A.Y.) dilinin Farsça etkisinde gelişeceği aşikardır. Ancak kesinlikle bir Fars lehçesi haline gelmemiş, ..”, “Anadolu’nun fethinde Türk ordularının yanında pek çok defalar Kürt birlikler de bulunmuştur” [33] sözleri üzerine de eğilmek isteriz. Yazar, Fars dilinden bahsederken “.. bizzat merkezi İran’da bile değişik dillere ayrılmıştır”[34] der. Tamamen Farsi özellikleri gösteren bu dili, içindeki bulunan bazı sözler dolayısıyla farklı diye nitelendirmek, aynı mantıkla gidersek “hemen bütün Türk lehçe ve ağızlarının farklı dillere ait olduğu sonucuna götürebilir bizi. 

Anadolu’nun fethinde Türk ordusuna yardımcı oldu ileri sürülen Kürtlere gelirsek; bu konuda herkesin verdiği tek örnek Malazgirttir ve Malzagirt Savaşında Türk ordusunun tamamı, yaklaşık 25-30 bin kişi civarında idi. Durum böyleyken tutup da “10 bin Kürt atlısı” rakamındaki inanılmazlık daha fazla göz önüne gelecektir.

“..Ermenilerin bir savunma tedbiri olarak bölgeden göçtürülmesiyle birlikte Doğu Anadolu’da yeknesak tek etnik unsur olarak Kürtler kalmıştır” sözüyle[35] de yazarın bütün Doğu Anadolu’yu Kürtlerden ibaret gördüğü anlaşılıyor. 

“Batı’ya giden Türk fetih orduları içindeki Kürtler Türkleşmiş..”[36] sözünün de açılması gerekirdi. Acaba hangi fetih orduları içinde Kürtler vardı? Sayıları ne kadardı? Nereye yerleşmişler, nerede Türkleşmişlerdi? Tabii böyle bir şey hiç olmadığından, bunlara verilebilecek bir cevap bulunamaz. En batıda, Orta Anadolu’da yaşayan bazı Kürtlerin 19. yy’da bölgeye yerleştirildikleri bilinmektedir. Bunların dışındaki herhangi bir Kürt yerleşmesi, yakın dönem dışında bilinmemektedir.

Bundan sonraki bölümlerde Viking Sagalarına giren yazar, bu destanlardaki Türklükle irtibat kurulabilecek ne varsa sıralamaktadır. [37] Bu kısımda Etrüsklere de değinen yazar, “Batı Anadolu’daki yurtlarından eski Yunanlılar tarafından atılan bu halkın bir kısmının da karayolunu kullanarak kuzeye gitmesi, German kavimleri arasına dalmış olması gayet mümkündür” der[38]. Ancak Etrüsklerin kökeni ile ilgili olarak Herodot, onların Lidyalılar’dan olduğunu, bir kuraklık yüzünden gemilerle İtalya’ya göçtüklerini bize haber vermektedir.  [39] Bu durumda ya Lidyalılar da “Türk”, ya da Etrüsklerin Türklerle bir bağlantısı yok. Ayrıca, o tarihte kalabalık ya da az sayıda bir toplumun Batı Anadolu’dan kalkarak Trakya’ya geçmeleri, vahşi ve tehlikeli Trak kabileleri arasında geçip Orta Avrupa’ya kadar ilerlemeleri de bize pek olası görünmemekte.

“Kuzey Irak’tan Kaçan Kumanlar” kısmında[40]  geçen “Malatya civarındaki Kaman ilçesi” sözü de doğru değildir. Kaman Kırşehir’in ilçesi olup iki yer arasında yaklaşık 450 km mesafe bulunmaktadır.

Yazar “Türklerin “Ermeni” Akrabaları” adını taşıyan bölümde[41] Azerbaycanlı Prof. Firudin Ağasıoğlu’nun çalışmalarına dayanarak “Ermeni” sözünü Türkçeyle açıklamaktadır.[42] Ancak bizim kendi alışmamızda gördüğümüz şudur:
                          “Resmi Ermeni kaynaklarına göre Armenia adı bölgeye ilk olarak M.Ö. 2.700 yılı civarında Sümerler tarafından verilmiştir.[43]  Başka kaynaklarda ise, kelimenin kökeni olarak Sami kökenli bir dil olan Aramca gösterilmekte ve anlamının da “dağ/dağ ülkesi” olduğu ileri sürülmektedir. Bu konu üzerine ulaştığımız kaynakların tamamı, adı geçen dillerin Sami kökenli olduklarını ve konsonantlı diller olduklarını göz ardı etmektedir. Bilindiği gibi bu dil ailesi sessiz harflerle yazılır. Bu yüzden Armenia sözünün sonundaki –ia takısının attığımızda elimizde Armen sözü kalmaktadır. Konsonantlı dillerde bu sözün yazılışı “RMN” şeklindedir. Yaptığımız araştırmada, kelimenin kökeni olarak Sami kökenli başka bir dil olan ve M.Ö. 4. bin ve 3. binde Mezopotamya’nın kuzeyinde hüküm süren Akadca’ya ulaşmış bulunmaktayız.[44] Bilindiği üzere Sami kökenli dillerin tamamı konsonantlı(=ünsüz) dillerdir ve yazılımları da bu şekilde yapılır. Armenia sözünün Sami kökenli olduğunu kesin olarak bildiğimize göre, bu sözün RMN kökünden geldiğini anlıyoruz. Akad çiviyazısıyla yazılımı “” şeklinde olan sözün kelime anlamı “Nar”dır ve RMN kökü ile hem günümüz Arapçasında hem de İbranicesinde yaşamaktadır. [45] Asurca’da bulunan “armanu” sözü de, benzer bir şekilde “kayısı” anlamına gelmektedir.[46] Yüksek iklimlerde yetişen bir bitki olan narın çok eski dönemlerden bu yana İran yaylasında yetiştirildiği bilinmektedir. [47]Bu da, Armenia sözünü kapsayan bölgeye işaret etmektedir. Söz ilerleyen yıllarda, büyük olasılıkla anlam kaymasına uğramış, hem bir etnik grup adı olmuş, aynı zamanda da dağlık ülke anlamında kullanılmıştır. Sonuç olarak Armenia ya da Ermeni sözü asla bir etnisiteyi belirtmemektedir.”[48]

Dolayısıyla bu sözün Türkçeyle bir irtibatı yoktur.

Yazarın yine Ağasıoğlu’nu kaynak gösterdiği “.. Kafkasların kuzeyinden gelen Kamerler (Kimmerler)”[49]le ilgili olarak da çalışmamızda Kimmer sözü ile ilgili şu tesbitleri yapmıştık: “Kimmerler olarak bilinen bu halkın adının kökeni tam olarak bilinmemektedir. Ancak Asurca Kumaru sözünden geliyor olabilir. Kumaru sözü Asur dilinde “sınır” anlamına gelmektedir. [50][51]

“Türklerin atalarının ana yurdu Van Gölü’nün güney istikameti, yani Kuzey Irak ile hemen doğusundaki bölge olmalıdır”[52] kesin yargısını ileri süren yazarın, bu satırlardan hemen önce “Altay-Tanrı Dağı bölgesi, .. Türkler gibi büyük ve kalabalık bir topluluğun türemesi için uygun ve yeterli tabii çevreyi sağlayamadığın..” demesi çok büyük bir tezat değil midir? Altay-Tanrı Dağları çevresini türemek için küçük gören yazarın kabaca bugünkü Hakkari vilayeti topraklarını bu iş için yeterli görmesinin mantıkla bağdaşır bir tarafı var mıdır? Yorumu size bırakıyorum.


               





   





[1] Sf. 93.
[2] Konuyla ilgili çalışmalar için Azerbaycanlı tarihçi Firidun Ağasıoğlu’nun çalışmalarına bakılabilir.
[3] Yazarın burada kastettiği “aynı mantık”, tarihin sadece iyileri ya da kötüleri seçip diğer kısımlarını görmezden gelme mantığıdır ki, biz de bu konuda yazarla aynı düşünceye sahibiz.
[4] Meselâ Hacı Bektaş’ın.
[5] Kılığında.
[6] Bu konunun meraklıları için: Turçaninov, “Kafkasya’da Bulunan Antik Eserlerin Keşfi ve Yazılarının Çözümlenmesi” isimli kitabın 80. sf’sından itibaren okuyabilirler. Bu kitap her ne kadar, dünya medeniyetinin ve yazının kökeninin Abhazya olduğu hakkında garip ve bir o kadar da komik iddialara yer vermiş olsa da, yine de arkeolojik malzemelerle ilgili çizim ve fotoğraflar açısından görülmeye değerdir.
[7] Bkz: Tohid Melikzadeh, “Azerbaycan’da Kurgan Medeniyeti: Dünden Bugüne Kadar”..
[8] S. 95’ten itibaren..
[9] S. 100.
[10] Meselâ bkz: Zehtabi, İran Türklerinin Eski Tarihi.
[11] Mesela L. Marsadalov, Türkler Ansiklopedisindeki bir makalesinde benzer bir görüşü savunmaktadır. Ancak kendi master çalışmamızda belirttiğimiz gibi, bize göre bu tezin doğruluğu şüphe götürür.
[12] Bkz. S. 100’den itibaren.
[13] S. 102.
[14] S. 101.
[15] S. 70.
[16] S. 102-103.
[17] S. 103’ten itibaren..
[18] Bu kısımda Elamlar..
[19] S. 107.
[20] Bkz. Zehtabi, S. 52-53-54-55.
[21] S. 107’den itibaren.
[22] S. 110’dan itibaren.
[23] S. 111.
[24] S. 113.
[25] S. 113’ten itibaren.
[26] S. 118.
[27] S. 117.
[28] Bkz. Herodot, Tarih, I-74.
[29] S. 188’den itibaren.
[30] Dimitri Vasilev’den Erk Yurtsever’e kadar herkes bunun Körtle olduğu konusunda yazmışlardır.
[31] S. 119.
[32] S. 120-121.
[33] S.123.
[34] S. 161.
[35] S. 124.
[36] S. 124.
[37] S. 127’den itibaren.
[38] S. 129.
[39] Bkz. Herodot, Tarih, I-94.
[40] S. 133’ten itibaren.
[41] S. 136’dan itibaren.
[42] S. 136-137.
[43] Thomas J. Samuelian, An Overview of Ancient and Modern Sources and Theories, 5.
[45] Arapça: Arapça: Ruman  رمان «nar»
[46] M. Civil, The Assyrian Dictionary, 291.
[47]  Bob Gough, “Pomegranate”, An Encyclopedia of Small Fruit, s. 85.
[48] Daha geniş bilgi için. Bkz: Adil Yılmaz, 2012 S. 21.
[49] S. 140.
[50] The Assyrian Dictionary, 8/532.
[51] A. Yılmaz. S. 28.
[52] S. 147.