23 Haziran 2015 Salı

PAÇAVRA!!!

Not: Bu akademik bir yazı değildir...

Facebook'ta bir sayfa var. Adı "Oğuz Milletinin Tarihi"[1]. Pseudo-Historianlarla alakalı çalışmaya başladığımdan bu tarafa yani yaklaşık 3 yıldır, internet üzerindeki çeşitli sayfa ve grupları, ayrıca internet sitelerini takip ettim. Ancak bu kadar saçma, bu kadar tahrip edici bir sayfa daha evvel görmemiştim.

Bu sayfada yazılanlara göre “Oğuzlar ayrı bir millet. Türkler’den farklı. Vahşi ve barbar Türkler, Anadolu’yu işgal edip Oğuzları Türkleştirmişler. Çaka Bey, Karamanoğulları falan hep bu Oğuzlardanmış. Oğuzlar 600’den Karamanoğullarının yıkılış tarihi olan 1470’lere kadar Anadolu’da devlet sahibi olmuşlar”

Mesela 22 Şubat 2015’te bir fotoğraf paylaşılmış ve altına: “İLK OĞUZ DEVLETİNİN KURUCUSU-SELÇUKLU İSLAM FARS DEVLETİ ÖLDÜRDÜ- Bizansla anlaşan Tacik Kılıçarslan İlk oğuz devletini yıktı.. Biz Oğuzlarda Selçuklu devletini ortadan kaldırarak intikamımızı aldık” [2]

Fotoğrafta Çaka Bey heykeli (sanırım İzmir’deki heykel) yanında poz veren şahsın da sayfanın sahibi Halil Orhan Acar isimli bir şahıs olduğunu görüyoruz. Şahsın facebook profilinde bir avukatlık bürosunda çalıştığı yazılı.

Şahsın, yine adı geçen sayfada 3 Aralık 2014 tarihinde yayınlanan bir “şey”inde[3] “Bizansla Oğuzlar dostça yaşarken 1400 den sonra anlaşmazlıklar arttı.1450 de Oğuz katliamları ve sürgünler başladı. Sonucunda 1502 de Bizansa karşı bağımsızlığımızı kaybettik 1876 yılında Bizans yıkılıp Osmanlı kuruluncaya kadar isyanlar çıkarttık. 

1923 te Devletimizi kurduk ama bizden başka herkese yar oldu. Dilimizi ve Töremizi kaybetme tehlikesi bile yaşıyoruz” yazıyor.

Türk milleti tarihi boyunca çok ihanetle karşılaştı ama bu derecesini görmemiştir. Türk-Oğuz ayrımı, Türk tarihini yok etmek, Kıpçaklara sövmek, tarihi baştan sona yalanlara doldurmak ihanetin son noktasıdır!

Son bir not da sayfayı beğenen 655 kişi için. Milliyetçilik adına bu sayfayı beğenmek şuursuzluktur. Yazılanları okumamak, okuduğunu anlamamaktır.

Aradan bir yıldan fazla zaman geçti, bu sayfa tahribatına tam gaz devam ediyor ve sayfayı beğenenlerin sayısı da şu an 912 kişi görünüyor. Yahu hiç mi yazılanları okumuyorsunuz? Bu nasıl bir tutulmadır? Bazılarının sırf herif Osmanlı'ya laf söylüyor diye sayfayı beğendiğine eminim. Siz nasıl milliyetçisiniz ki, dedenize söven adama alkış tutuyorsunuz? Nasıl milliyetçisiniz ki tarihinizi yok etme sevdalısı bir manyağın sayfasını beğeniyorsunuz? Son yılların en büyük hastalığı olan Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerini birbirinin anti tezi olarak görme paranoyasına en son tutulması gerekenler, Türk tarihini bir bütün olarak sevmek durumunda olan milliyetçilerken bakıyorum da kendisine milliyetçi sıfatını yakıştıran son dönem zibidilerinin pek çoğu manyaklıkta kimseyi aratmıyorlar. Bunları görüp "öyle ise öl Caesar" diyesim geliyor da Atsız Beğ'in Sesleniş başlıklı şiirinin son mısraını aklıma getiriyorum ve "Hala yaşıyorum, ölemiyorum".



[1] https://www.facebook.com/pages/O%C4%9Fuz-Milletinin-Tarihi/796276537067086?fref=ts
[2] https://www.facebook.com/796276537067086/photos/pb.796276537067086.-2207520000.1435091201./1011533462208058/?type=1&theater
[3] https://www.facebook.com/796276537067086/photos/a.955164681178270.1073741842.796276537067086/955164757844929/?type=1&theater

14 Haziran 2015 Pazar

Pseudo-Linguistics II

Yazan: Mehmet Levent KAYA


Yakın zamanda bu pseudo-linguist (düzmece dilbilimcilerimize) bir de “ilkyardım” grubu katıldı. Kendilerine, sanki Türkçe ölmüş de diriltmek gerekiyormuş gibi “Türkçe’nin Dirilişi Hareketi” adını vermişler. Bu hareket iki kişi tarafından kurulmuş. Bunlardan yaşı daha büyük görünen Yalçın Mıhçı’nın kendi sayfasında besteci, yorumcu, sinema sanatçısı, yazar olduğu yazıyor. Bu son “yazar” adı büyük olasılıkla kendi sayfalarının adıyla çıkardıkları kitaptan kaynaklanıyor. Atatürk’e olan benzerliğiyle Türk dilini “diriltmeye” talip olduğunu anlıyorum.
Genç olanın bir sitesi var. Adı Suat Özer. Orada şu bilgiler bulunuyor.
1970 Elazığ doğumludur. Hacettepe Bilimyurdu (üniversitesi) İngilizce Öğretmenliği yetkini (mezunu) olup on binlerce pırıl pırıl öğrenci yetiştirerek yurdumuza armağan etmiştir. "Öğrencilerimin her biri benim yazdığım en değerli yapıttır. Onlar benim geleceğe yazdığım, zamanı gelince açılıp okunacak mektuplarımdır" diyerek onlara olan inancını ve güvenini her zaman dile getirmektedir.

Dilbilimi ve kıyaslamalı kökenbilimi çalışmalarına büyük ilgi duymaktadır. Türkçemizin ve tarihimizin yeterince derinlemesine incelenmemiş olduğunu, bu yönde yapılacak çalışmalarla "dünya ve diller tarihini" değiştirebilecek bulgulara ulaşılabileceğini düşünmektedir. Kendisinden ve köklerinden utanç değil övünç duyan insanlara gereksinimimiz olduğunu ve bütün bilim alanlarında bu bakış açısı ve bu özgüvenle değerli bireyler yetiştirerek çok büyük ulusal başarılara imza atabileceğimize yürekten inanmaktadır.

Aslında bu tanıtım yazısında da irdeleyeceğim ayrıntılar olmakla birlikte, önce bu ikilinin ortak “hareket” sayfalarından bir-iki örneği ele almak istiyorum.

“Fransızlar İngilizce bilse bile ne sorsanız Fransızca yanıtlarlar. Almanlar İngilizce bilse bile ne sorsanız Almanca yanıtlarlar. Türkler İngilizce BİLMESE bile ne sorsanız İngilizce yanıtlarlar. J” demişler.
Dünyanın çok yerini gezdim; çok sayıda Avrupalı arkadaşım oldu. Özellikle Moğolistan’da karşılaştıklarımın çoğu iyi düzeyde Moğolca biliyor olsalar bile İngilizce konuşmayı tercih ediyorlardı. Dört yıl Almanca okudum; karşılaştığım Almanlar hep İngilizce konuştuğu için onca zaman harcadığım Almancayı unuttum.

Bu ikilinin kendi sayfalarında verdikleri bazı örnekler var. Bu örneklerde günümüzde kullanılan bazı sözler yerine “Türkçelerini” öneriyorlar.

Kütüphane > betikevi
“Betik” ne demek yahu? Klasik Türkçe “biti-” eyleminden türeyen ve yazılı hemen her nesne için kullanılan “bitiğ” diye bir söz var, o olabilir mi?

Üniversite > bilimyurdu
Aşağıda daha ayrıntılı işleyeceğim üzere, her dilin kendi içinde geleneği vardır. Dolayısıyla bir bili arılaştırmak, yabancı dillerdeki sözleri olabildiğince o dile çevirmekle olmaz. Türkçede okul adları, dilin geleneğine göre şöyle olmalı:
“bağa okul” Klasik Türkçede “bedük x kiçiğ” karşıtlığı gibi “uluğ x bağa” karşıtlığı vardır. Günümüzde “ilkokul” dediğimiz şeyin adı aslında bu olmalı. Çünkü “ilkokul” başka bir anlam da çağrıştırıyor.
“orta okul” zaten günümüzde de aynı.
“eçilik okul” yaşın biraz daha büyümesiyle ilişkili. Klasik Türkçe “eçi=ağabey”.
“üzre okul” günümüzde yaygınlaşan iki ya da dört yıllık yüksek okullara karşılık.
“ulu(ğ) okul” üniversite. Zaten o “bilimyurdu” saçmalığı bu sözün Latince adı olan üniversite sözünü bile karşılamıyor. Ama arkadaş “İngilizce” mezunu, bu tür ayrıntıları bilmesine gerek yok.

Pause > duraklat
Bu sözün asıl karşılığı “toktat”,

Play > oynat
Bunun karşılığı da “yürüt” olmalı.

Stop > durdur
Neyse bunu doğru bilebilmişler.

Bu hareketin şöyle bir yazısı dikkatimi çekti. Her ayrıntıya dalmayacağım.

“KIPÇAKLAR/KUMANLAR
Türk kaynaklarında, İslami kaynaklarda, Çin ve Moğol kaynaklarında Kıpçak adıyla bilinen topluluğa; Bizanslılar, çok az da olsa Ruslar ve Latinler de Kuman demiştir. Macarlar aynı topluluğa Kun, Ruslar çoğunlukla Polovets, Almanlar Palladi ve Valwen, Ermeniler ise Xarteşkn demişlerdir. Kıpçak ve Kuman sözcükleri ise en çok kullanılanlardır. Bu iki sözcüğün de anlamı, "kumral/sarışın" demektir. Rusça Polovets sözcüğü aynı zamanda "gök gözlü" anlamına gelir. Kıpçak/Kuman Türkleri, bazı Türk toplulukları gibi kumral/sarışın ve kimi kez de renkli gözlü idi. "Beyaz Türkler" de denmektedir. Çoğu kez Batı Kıpçaklarına Kumanlar denmiştir.
Yayıldıkları Bölgeler
11. yy'da bugünkü Macaristan'dan Moğolistan'a dek uzanan geniş topraklarda yaşadılar. Bunlar, Kuzey Türkleridir ve Batı Göktürklerin bir koludur. Birçok yere yayılmış olmalarına karşın, çoğunlukla Karadeniz'in Kuzeyinde ve Kafkaslarda etkili olmuşlardır. Bugün Tatar Türkleri, Kırım'da ve Kaflkaslarda yaşayan Türk topluluklarının çoğu Kıpçaklardan gelmektedir. Tarihte Selahaddin Eyyubi'nin yönettiği Memlükler (Kölemenler) diye bilinen topluluk da Kıpçak Türklerinin bir koludur.
Doğu Avrupa'da: Bunun dışında Doğu Avrupa'da çeşitli hanlıklar ve beylikler kurmuşlardır. Örneğin; bugünkü Moldova'nın eski adı olan Beserabya, bu bölgede bir tudunluk kurmuş olan Kuman tigini Tokdemir’in oğlu Basaraba'dan gelmektedir. Yine bugün Bulgaristan ve Romanya’nın Karadeniz kıyılarını oluşturan bölge olan Dobruca'ya adını veren de bir Kuman komutanı olan Dobriç'tir. Makodonya'nın Kuzeyinde Kumanova adlı bir kent vardır.
Küçük Asya'da (Anadolu'da): Diğer yandan bir Oğuzlardan olan Peçeneklerle savaşmışlar ve onları sürerken batıya da akın yapmışlardır. Bu sırada bazıları Hıristiyanlaşmış ve Bizans ordusunda paralı askerlik yapmaya başlamıştır. Malazgirt Savaşı sırasında da Bizans ordusunda görev alanların bir bölümü bunlardan oluşmaktadır. Daha sonra Peçenekler ve Uzlar gibi onlar da Anadolu'ya yerleşmiş ve Müslümanlaşmışlardır. Karamanoğulları Kuman, Salur ve Avşar Türklerinden gelmekteydi. Ayrıca Oğuz boyu olan Çepnilerle ve Saltuklarla yakın ilişkiler kurmuşlardır. Bugün Doğu Karadeniz'de Laz diye bilinmekte ve Çepni Türkleri ile karışarak yaşamlarını sürdürmektedirler. Kıpçak beylerinden birinin adı olan Kemenche, bugün Kırım'da birçok yere adını vermiştir. Bugün kemençe çalgısı da bu beyin adıyla anılmaktadır. Kırım'da Horo adlı bir oyun bizdeki Horon gibi kemençe çalınarak oynanmaktadır. Bunun dışında, Avrupa'dan gelen Kumanların bir bölümü, Çanakkale ve Balıkesir dolaylarına yerleşmişlerdir.
Dilleri
Bugünkü Kıpçak öbeği Türkçelerin kökü eskiden yaşamış olan Kıpçak Türklerine dayanmaktadır. Bu öbekte; Karaim Türkçesi, Kumuk Türkçesi, Karaçay-Balkar Türkçesi, Kırım Tatar Türkçesi, Tatar Türkçesi, Başkurt Türkçesi, Nogay Türkçesi, Karakalpak Türkçesi, Kazak Türkçesi ve Kırgız Türkçesi yer almaktadır. Toplam Türkçe konuşanların %14,46'sı bu öbekte yer almaktadır.
Kıpçak Boyları
1. Toksoba (Dokuzoba) 2. Jetioba (Yedioba) 3. Burdjogli (Burçoğlu) 4. Elbarli (Kurtbölgeli) 5. Kangarogli (Konguroğlu) 6. Uladjogli (Ulaşoğlu) 7. Durutlar (Dörtler-Dörtoba) 8. Kulabogli (Kulobaoğlu) 9. Jortan (Çortan) 10. Karabirkli (Karabörklü) 11. Kotan (Kutan)
Türkçenin Diriliş Hareketi” 

Bu Türk toplumuna hangi Çin kaynağının “Kıpçak” dediğini, Kıpçak/Kuman sözlerinin ikisinin de “kumral/sarışın” anlamına geldiğini hangi kaynağın bildirdiğini merak ettim. Kendisi doğruca “Kıpçak” boyundan olan Kazak bir arkadaşım bu adın “iki bıçak” sözlerinden oluştuğunu anlatmıştı. İki bıçak sözlerinin kumral ya da sarışınla ne ilgisi var yahu?

Diğer bir yazıları da şöyle:

“TÜRKÇENİN ÇİFTLİK HAYVANLARI KONUSUNDAKİ VARSILLIĞI
Türkçede çiftlik hayvanlarının adları çeşitlidir. İngilizce ile karşılaştırdığımızda bu varsıllık (zenginlik) açık biçimde görülebilmektedir. İşte örnekler:
Türkçesi -> İngilizcesi -> Açıklaması
İnek -> Cow -> Dişi sığır Boğa -> Bull -> Erkek damızlık sığır Öküz -> Ox -> Erkek kısırlaştırılmış sığır Dana -> Calf -> Bir yaşına kadarki erkek sığır Tosun -> Calf -> Bir yaşından boğa olana kadarki erkek sığır Buzağı -> Calf -> Sığır yavrusu Düve -> Heifer -> Doğum yapmamış dişi sığır Sığır -> Buffalo -> Büyükbaş hayvan Manda -> Buffalo -> Su sığırı Camış -> Buffalo -> Su sığırı Kömüş -> Buffalo -> Su sığırı Dombay -> Buffalo -> Su sığırı
Keçi -> Goat -> Dişi davar çeşidi Teke -> Goat -> Erkek davar çeşidi Oğlak -> Goat -> Keçi yavrusu Davar -> Sheep -> Küçükbaş hayvan Koyun -> Sheep -> Dişi davar çeşidi Koç -> Ram -> Erkek davar çeşidi Kuzu -> Lamb -> Koyun yavrusu
Eşek -> Donkey -> Yük hayvanı çeşidi Merkep -> Donkey -> Yük hayvanı çeşidi Karakaçan -> Donkey -> Yük hayvanı çeşidi Uzunkulak -> Donkey -> Yük hayvanı çeşidi Sıpa -> Colt -> Eşek yavrusu Tay -> Colt -> At yavrusu At -> Horse -> Binek hayvan Aygır -> Horse -> Erkek damızlık binek Beygir -> Horse -> Erkek kısırlaştırılmış yük bineği Yılkı -> Horse/Jade -> Vahşi at Kısrak -> Mare -> Dişi binek Katır -> Mule -> Eşek ve at karışımı yük hayvanı
Ördek -> Duck -> Bir su kuşu Vakvak -> Duck -> Bir su kuşu Suna -> Duck -> Erkek ördek Paytak -> Duckling -> Ördek yavrusu Kaz -> Goose -> Bir su kuşu Horoz -> Rooster -> Erkek tavuk Tavuk -> Chicken -> Kümes hayvanı Piliç -> Chick -> Civciv ve tavuk arası dişi kümes hayvanı Civciv -> Chick -> Yavru tavuk veya horoz Hindi -> Turkey -> Kümes hayvanı İbi -> Turkey -> Kümes hayvanı”

Hayvan adlarıyla ilgili ayrıntılarına girmeden yalnızca başlıkla ilgili sorularım var: Türkçeyi arılaştırmaya meraklı arkadaşlar neden Arapça “hayvan” sözünü bırakmamışlar? Oradaki “varsıllık” dedikleri şey “baylık” olabilir mi?

Şimdi genç ortağın özgeçmişinde yazanları ayrıntılı olarak ele almak istiyorum.

1970 Elazığ doğumludur. Hacettepe Bilimyurdu (üniversitesi) İngilizce Öğretmenliği yetkini (mezunu) olup on binlerce pırıl pırıl öğrenci yetiştirerek yurdumuza armağan etmiştir. "Öğrencilerimin her biri benim yazdığım en değerli yapıttır. Onlar benim geleceğe yazdığım, zamanı gelince açılıp okunacak mektuplarımdır" diyerek onlara olan inancını ve güvenini her zaman dile getirmektedir.

Dilbilimi ve kıyaslamalı kökenbilimi çalışmalarına büyük ilgi duymaktadır. Türkçemizin ve tarihimizin yeterince derinlemesine incelenmemiş olduğunu, bu yönde yapılacak çalışmalarla "dünya ve diller tarihini" değiştirebilecek bulgulara ulaşılabileceğini düşünmektedir. Kendisinden ve köklerinden utanç değil övünç duyan insanlara gereksinimimiz olduğunu ve bütün bilim alanlarında bu bakış açısı ve bu özgüvenle değerli bireyler yetiştirerek çok büyük ulusal başarılara imza atabileceğimize yürekten inanmaktadır.

Her dilin geleneği vardır, dedik. “Üniversite” konusuna yukarıda değinmiştim. “Mezun” konusuna gelince, bu söz Arapça izin sözüyle aynı kökten. Olduğu gibi çevirince “yetkin” gibi bir anlam verilebilir. Ama Türk dili geleneğinde biz böyle söylemeyiz. Hatta cümleyi bile öyle kurmaz “İngilizce Öğretmenliğini bitirdi” deriz.

İkinci paragrafta yazanla ilgili olarak da, aynı grubun hazırladığı bir “gezegen adlarının Türkçeleri listesi” vardı. Burada örneğin “Neptün” gezegeni için “Dalayhan” gibi bir ad öneriyorlardı. Şimdi, çoğunuz biliyor olmalısınız, Neptün Roma dönemi inanç sisteminde Deniz Tanrısı olduğuna inanılan kavramın adı. Dolayısıyla bunu Türkçeleştirip “Dalayhan” yapmış. Peki, bunun Türk toplumu ve dilinin hangi geleneğiyle bağlantılı olduğunu bana söyler misiniz? Her dil kendi toplumunun evren algısını dışa vurur. Dolayısıyla örneğin bir araba motorunun şaftına bağlı bir sistemi İngilizce konuşan toplumlar şaftı bir tür sallayan bir kol gibi tanımlarken, İtalyanca konuşanlar piyano çalan bir el gibi görürler. Bu türlü kültürel algı farkları, her dilin kendi kavram adlandırması işlemine etkili olur. İşte bu yüzden İngilizce bilgisi ile Türkçenin söz baylığına katkı sağlanması verimli sonuç vermez. Eldeki Latince, Arapça ya da güncel İngilizce sözlerin doğruca ya da motamot çevirisini yapmak o kavramın adını “Türkçeleştirmez!”

Ülkemizde Türk dili ile ilgili çalışmalar, genelde Türk dilinin orta döneminin başlangıcı sayılacak Kaşgarlı’nın Divanından öncesine pek gitmez. Oysa Türkçe’nin daha derin kökleri ve o köklerle ilgili yazılı kaynakları var. Ülkemizde Türkçe’nin klasik dönemini kapsayan bu kültür varlıklarımızı çalışan az sayıda da olsa çok başarılı akademisyenlerimiz var. Bu yukarıda sözünü ettiğim gelenekleri bilmek için işte bu klasik dönemi bilmek, ya da en azından bilenlerden destek almak doğru bir davranış olabilirdi. Buna benzer bir konuda bu şen ortaklara iki kere mesaj gönderdim. Onlar ise en azından “tınmadılar” bile. Popülarite ya da “onların niyetleri iyi” başka bir şey, ama popülarite ile Türkçeye yeni önermeler getirerek onu geleneğinde koparacak açılımlarla içine etmek başka bir şey. 

                                                                                            *  *  *

Aşağıda seçtiğim örnekte, “Türklük” konusunda çok duyarlı olan bu arkadaşın yazısında kaç doğru cümle olduğunu bilemiyorum. Doğrusu, ülkemizin eğitim düzeneğinde doğru olan hiçbir şey olmadığı için, hemen kimse noktalama imlerini doğru kullanmayı bilmiyor. Örnek olarak önce onun yazdığı yazı:

"En üzüldüğüm şey; Türk tipi nasıldır? deyince; kara kaşlı kara gözlü bir millettir, denmesi...Halbuki Türkiye Türkleri dünyanın en melez milleti..Siz Almanla Arap'ın evliliğinden doğana Alman tipi bu mudur, diyor sunuz? Türkleri'nin sarışın, renkli gözlü olanları kuzeyde yabancı milletlerle karıştı biz onları Türk zannetmiyoruz bile, dil, din değişti...Anadolu'ya göç eden kesimde göç yollarında esmer milletlerle evlene evlene ortaya karmaşık bir gen havuzu çıktı....Ya sarışın milletler bizden türedi ya da bizim sayemizde güzelleşti...Ukrayna bölgesinde Kıpçak, Rus beraber yaşıyordu...Ukrayna'nın dünyada güzellikte genellikle ön plana çıkmasının asıl nedeni bence bu... Türkler sarışındır, deyince; herkes sinirleniyor, aman Türkler sarışın olmasın..Başka bir millet sarışın olsun da Türkler olmasın.. Bunun nedeni, gerçekte Türklerin sarışın olmasının ortaya çıkmasının istenmemesi, şuan ki Türkiye'deki melez görüntümüzün gerçek görüntümüz olduğuna inandırılması....Türk erkekleri de psikolojik olarak Türklerin kara kaşlı kara gözlü olmasını kabul ediyor..Çünki bilinçaltında, en sevilen erkek esmer erkektir, en beğenilen kadın sarışındır. O zaman biz gerçek esmer Türk olalım, yabancı sarışınlarla evlenelim...bunu hem psikolojik olarak yapıyorlar, hem de bilgisizlikten....Türk erkekleri' ne(melez Türk erkeklerine) söylüyorum.....sen gerçek Türk tipinde değilsin....Türk tipi sarışın, mavi gözlü, uzun boylu ve yapılı erkektir..Türkiye'deki insanlar Türk soyundan gelme ama melezleşmiş, gerçek Türk tipinde olmayan insanlardır...Atatürk adımıza Türk demese, ortada Türk kalmayacaktı...Ayrıca Türk erkekleri de Türk kızları da melez olmalarından ötürü, görüntü olarak dünya ortalamasının altındalar...Açıklama belirtiyorum:Türk erkeği her ne kadar kendini Türk sansada, dünyanın en güzel sarışın Almanıyla da evlense çocuğu büyük ihtimalle çirkin olacak...Yani kendi esmer genlerinden ötürü, doğan kızının çirkin olmasına neden olacak.....Dolayısıyla suç büyük çoğunlukla kadınlarda değil erkeklerde...O yüzden Türk erkekleri, Türk kızı çirkindir, demesin..Çünki en güzel Almanla evlensen bile, senin o övündüğün kara kaşın, kızlarının çirkin doğmasına neden oluyor.. Bir gün büyük çoğunlukla seninde çirkin kızın olacak.. Bir dön de kendine bak....Kara kaşlılık erkek için iyi olabilir ama o erkeğin sayesinde doğan kızların çirkin doğmasına neden olur..." 

Yazının içerdiği bilgi saçmalığı ve örneğin Asya’da kalmış Uygurların, Kazakların neden çoklukla esmer olduğu, bunca sarışın kompleksinin kökeninin ne olduğu sorularının cevabı bir yana, konuya yalnızca yazım kuralları açısından yaklaşınca, böyle bir yazının gerçekte şöyle olması gerekir [Köşeli parantez içinde yorum yapmaktan kendimi alamadım]:

"En üzüldüğüm şey, “Türk tipi nasıldır?” deyince “kara kaşlı kara gözlü bir millettir,” denmesi. Hâlbuki, Türkiye Türkleri dünyanın en melez milleti. Siz Almanla Arap'ın evliliğinden doğana “Alman tipi budur,” mu diyorsunuz? Türklerin sarışın, renkli gözlü olanları kuzeyde yabancı milletlerle karıştı. Biz onları Türk zannetmiyoruz bile [Öyle mi; neden?]. Dil, din değişti. Anadolu'ya göç eden kesimde, göç yollarında esmer milletlerle evlene evlene ortaya karmaşık bir gen havuzu çıktı. Ya sarışın milletler bizden türedi, ya da bizim sayemizde güzelleşti. Ukrayna bölgesinde Kıpçak, Rus beraber yaşıyordu. Ukrayna'nın dünyada güzellikte genellikle ön plana çıkmasının asıl nedeni bence bu. “Türkler sarışındır,” deyince herkes sinirleniyor, “aman Türkler sarışın olmasın!” Başka bir millet sarışın olsun da Türkler olmasın. Bunun nedeni, gerçekte Türklerin sarışın olmasının ortaya çıkmasının istenmemesi, şu anki Türkiye'deki melez görüntümüzün gerçek görüntümüz olduğuna inandırılması. Türk erkekleri de psikolojik olarak Türklerin kara kaşlı kara gözlü olmasını kabul ediyor. Çünkü bilinçaltında en sevilen erkek esmer erkektir, en beğenilen kadın sarışındır. O zaman biz gerçek esmer Türk olalım, yabancı sarışınlarla evlenelim. Bunu hem psikolojik olarak yapıyorlar, hem de bilgisizlikten. Türk erkeklerine (melez Türk erkeklerine) söylüyorum. Sen gerçek Türk tipinde değilsin. Türk tipi sarışın, mavi gözlü, uzun boylu ve yapılı erkektir [Son üç cümledeki komplekse bak]. Türkiye'deki insanlar Türk soyundan gelme ama melezleşmiş, gerçek Türk tipinde olmayan insanlardır. Atatürk adımıza Türk demese, ortada Türk kalmayacaktı [Tipten kaybettik ama en azından addan kurtardık]. Ayrıca Türk erkekleri de Türk kızları da melez olmalarından ötürü, görüntü olarak dünya ortalamasının altındalar. Açıklama belirtiyorum: Türk erkeği her ne kadar kendini Türk sansa da, dünyanın en güzel sarışın Almanıyla evlense de çocuğu büyük ihtimalle çirkin olacak [Bu “kara/esmer çirkindir” size de sömürgeci dönemi hatırlatmadı mı?]. Yani kendi esmer genlerinden ötürü, doğan kızının çirkin olmasına neden olacak. Dolayısıyla suç büyük çoğunlukla kadınlarda değil erkeklerde. O yüzden Türk erkekleri, “Türk kızı çirkindir,” demesin. Çünkü en güzel Almanla evlensen bile, senin o övündüğün kara kaşın, kızlarının çirkin doğmasına neden oluyor. Bir gün büyük çoğunlukla senin de çirkin kızın olacak [Sizce de tedaviye ihtiyacı yok mu?]. Bir dön de kendine bak. Kara kaşlılık erkek için iyi olabilir ama o erkeğin sayesinde doğan kızların çirkin doğmasına neden olur."

Aklıma bir olay geldi: Atsız'la Reha Oğuz Türkkan arasındaki tartışma döneminde (1942-43) Türkkan “Hesap Veriyoruz” başlıklı bir broşür yayınlar. Buna karşılık Atsız “Hesap Böyle Verilir” diye bir karşı broşür yayınlar. Orada der ki: Reha Türk ırkını anlatıyor. (1. 70 boy, ela göz, atletik vücut, güzel çehre vb.). Fotoğrafını yayınlayıp "Şu özelliklerin hangisi Reha'da mevcut?” der. 

11 Haziran 2015 Perşembe

GECİKMİŞ BİR YAZI: TARİH’İN SESSİZ DİLİ DAMGALAR

Türkiye’de son yıllarda, özellikle İslâm öncesi Türk Tarihine büyük bir alaka var. Bunun siyasal, kültürel, sosyolojik çeşitli sebepleri var. Bu yazıda buna değinmeyeceğiz. Lakin bu alanda yapılan bilimsel çalışmalarda artış görülmesi bizi hem sevindirmekte, hem de kendi çalışmalarımız için güven vermekte.

Son yıllarda artmaya başlayan bu çalışmaların son örneği Marmara Üniversitesi Öğretim Üyelerinden sayın Doç. Dr. Mustafa Aksoy hocamızın hazırladığı “Tarih’in Sessiz Dili Damgalar” isimli eseri. Toplam 440 sayfa olan ve hem içerik hem de boyut bakımından gayet büyük olan bu eser, 18 yıl süren büyük ve meşakkatli bir çalışmanın ürünü olmak bakımından da ayrıca önem taşımaktadır. Bu türden, özellikle Türk Tarihi ve kültürüyle alakalı yayınlarda pek görmediğimiz şekilde kitabın Türkçe-İngilizce olarak iki dilli yayınlanması (bir sayfası Türkçe, diğer sayfası İngilizce) yayının uluslar arası akademik çevrelerce daha kolay tanınmasını da sağlaması bakımından önemlidir.

Mustafa Aksoy hocamız, konuyu kendi alanı olan sosyoloji açısından ele almış olmakla birlikte, bu türden yayınlarda sıkça karşılaştığımız üzere damdan düşer gibi bu konuya girmemiş, öncelikle ilk bölümde “Tarihi ve Çağdaş Türk Coğrafyası” bahsinde Türk Dünyası sözünden anladığımız bütün coğrafyayı geçmişten bugüne özetleyerek okuyucuya vermiştir. Kitabın bu bölümünü, alanının önemli isimlerinden ve bir dönem öğrencisi de olduğum sayın Prof. Dr. Osman Yorulmaz hocamız kaleme almıştır. Bu bölümün bir diğer önemli tarafı, bölüm sonuna eklenen kaynakça listesidir. Türk Tarihinin erken dönemleriyle alakalı çalışan ya da çalışmak isteyenler adına başlangıçta olması gereken yayınlar bu listede mevcuttur.

Bu önemli eserin bundan sonraki kısımlarında özellikle etnografik eserler sosyolojik olarak ele alınmış, halı-kilim vb etnografya eserlerinde görülen ve Türk dünyasının hemen her tarafında benzerlerine rastlanılan motiflerin sosyolojisine girilmiştir. Bu uğurda 18 yıl boyunca bir kısmını bildiğim zorluklarla dolaşılan Tuva, Hakasya, Altay, Tataristan, Çuvaşistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, İran, Azerbaycan, Türkiye, Ukrayna, Moldova, Romanya, Bulgaristan, Makedonya ve Kosova ülkelerinden elde edilen veriler, hem fotoğraf olarak hem de çizim olarak verilmiştir. Kitabın arka kapağının içine de yazarın bu çalışma sırasında gittiği ülkeler ve izlediği güzergahın bir hartası konulmuştur ki, bu şekilde çalışmanın meşakkati az da olsa okuyucu tarafından anlaşılabilir.

Bu eser, normal okuyucudan ziyade bilimsel olarak koyu araştıran bilim adamları için büyük önem taşımaktadır. Kıymetinin bilinmesi dileğimle…


Mustafa Aksoy, Tarih’in Sessiz Dili Damgalar, Yeni Ufuklar Derneği, Istanbul: 2014.

10 Haziran 2015 Çarşamba

Pseudo-Linguistics

Yazan: Mehmet Levent KAYA

"Dil onu kullanan (konuşan) insanlarla birlikte yaşayan, esnek bir varlıktır." Bu özelliği ile canlıdır. Dil ile ilgili her çeşit çalışmada bu ilkeyi akılda bulundurmak gerekir. Dilin her ne kadar mekanik bir alanı varsa da, bu alan daha sonra konu üzerinde çalışan bilginlerce formülleştirilmiştir ve örneğin bir çocuk ana dilini öğrenirken bu mekanizmalarla hiç ilgilenmez.
Burada dil denen kavramı önemli kılan, bu kavramın herhangi insan toplumunun kişilik özelliği demek olan kültürünü dışa vuran ve yine bu özelliği ile taşıyan bir aygıt olmasıdır. İşte bu açıdan bakınca, dil insan topluluklarının etnik kimliklerini belirlemede önemli bir rol oynar. Ama sömürge imparatorlukları döneminden sonra çevremizde de örneğini çokça gördüğümüz üzere ikinci dilin ana dil yerini aldığı durumlar, söz konusu toplumların kültürel dönüşümlerinin başlangıcını gösterir.
İnsanların az bir kısmı işaret dili ile anlaşmak durumunda kalmakla birlikte, çoğunluk akvram imlerinin sese yüklenmesiyle oluşturulan sözel bir (ya da birden fazla) dil konuşur. Bu söylenen sözlerin ya da aktarılan bilginin saklanıp sonraya taşınması için ise uzun zaman önce, bugün "yazı" dediğimiz bir araç oluşturulmuştur.
Günümüzde kullanılan dillerin, ya da günümüze etkisi ulaşmış dillerin daha iyi anlaşılmasında geçmişlerinin anlaşılmasının önemli yarar ve katkıları olur. Geçmişte yazılı kültürleri olan dilleri çalışmak bu açıdan daha kolay ve şanslıdır.
Dünya'da günümüze kadar birkaç çeşit yazı dili kullanılmıştır. Eski Mısır'dan bildiğimiz "hieroglif" denen bir resim yazısıdır. Her bir kavramı gösteren resim biçimi zaman içinde idealleşerek bir yapıya girer. Böylece her im, karşılık geldiği resmin anlamını taşır. Dolayısıyla bu mantıklar bazı ek ve büklümleri göstermede yetersiz olsa da bu yazı hemen her dili yazmaya yarayabilir.
Mezopotamya'dan bildiğimiz ve "çivi yazısı" dediğimiz sistem ise bu hieroglifin bir sonraki aşaması olarak, idealleşmiş biçimlerin belirli çizim karakterlerine dönüşmesiyle oluşuyor. Böylece artık örneğin bir insandan söz edeceksek insan resmi değil, o resmin bu çiziklerle sadeleşmiş formunu çizerek yazmış oluruz.
Bu mantığın bir benzeri Çin coğrafyasına gördüğümüz ve ideogram denen yazı biçimidir. Düşün-yazısı anlamına gelen bu sistemde, her kavrama kendine benzeyen bir biçim verilmiştir ve dolayısıyla bu yazı da belirli sınırlar içinde kalsa bile her dili yazmaya imkan verir.
Mısır hierogliflerinin bir sonraki adımı, sadeleştirme yoluyla belirli biçimler elde etmek ve bunlara ses değerleri yüklemektir. Bildiğimiz Finike ve ondan türetilen Yunan, İbrani, Arami, Arap, Latin, Kiril yazıları bu mantıkla işler. Yani, bildirildiğine göre "öküz başı" betimi sadeleştirilerek üç çizgiye indirilmiş ve buradan buna öküz anlamına gelen "alef" adı verilerek, günümüzde kullandığımız "A" harfinin yolu açılmıştır. Dolayısıyla da bu yazı sistemleri ile kavramlar değil, her dilin kendine göre ses değerleri yazıya geçirilmiş oluyor. Bunlar içinde "harf" "ebced" "abugida(yarı ebced)" "hece" denen mantıklarla çalışan yazı sistemleri var, ama hepsi de gösterilen imlerin ses karşılığıyla ilgili.
İşte geçmiş dillerin çalışılmasında karşılaştığımız sorunlar bu yukarıda belirlediğim yazı sistemlerinin anlaşılması ve işlenmesiyle ilgili.
Hayranlarının adeta bir mesih gibi görmesine karşın bizim itiraz ettiğimiz Kazım Mirşan ile igili sorunumuz tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Bizim Mirşan'a itiraz ettiğimiz konu, iddialarına bir açıklama beklememize karşın bulamamış olmamız. Kendisi aşağıda sıralayacağım sorulara cevap verebilirse, biz de bu konularda aydınlanmış olur ve pekâlâ tezlerini (eğer mantıklı temellere dayandırıyorsa) kabul edebiliriz. Ama önce şu sorulara bir bakalım:
1. Mirşan mağara duvarındaki çizikleri bile okuduğunu iddia ediyor ve hatta çoğu zaman günümüz Kazakçası ile okuyor. Bugün "Kazak" dediğimiz toplum, Altın-Ordu devletinin yurttaşları iken, devletin dağılması ile kendi siyasi birliklerini sürdürmüş ve çoğunlukla Kıpçak, Oğuz ve Moğollardan çeşitli boyların bir tür federasyonu ile oluşmuş bir etnik kimliğin adı ve Kazak dili de böylece ortaya çıkmış, üç ağızdan da sözcük hazinesi içeren canlı bir varlık iken, bazen 15.000 yıl önceye tarihlediği mağara çatlaklarını nasıl Kazakça okuduğunu anlayamıyorum.
2. Yukarıda yazı türlerini tanımladık. Mirşan'ın okduğunu iddia ettiği yazılar düşünce yazısı mantığına mı, yoksa sesi betimleyen yazı mantığına mı uygun? Bu konuda şöyle uç bir örnek verelim: Antik dönemden kalma, taşa yontularak yapılmış, abartılı organlarıyla bir ana tanrıça figürü var. O dönemin teknolojisiyle taşın hangi araçlarla yontulduğu belli değil. Yontma sırasında keskinin dip kesimlerinde çeşitli çentikler kesişiyor. Mirşan bunların bile "yazı" olduğunu iddia ediyor ve okuyor. Kavram anlamıyla mı yoksa ses olarak mı okuduğu yine belli değil ama çentik olduğu belli olan bu çizikleri bile okuduğunu iddia eden bir adam ne kadar ciddiye alınır yahu?
3. Bizim örneğin "Divan-ı Lügati't-Türk" gibi kaynaklarımız var. Ayrıca günümüz ağızlarından da yararlanarak sözcük hazinelerimizi oluşturuyoruz. Mirşan'ın sözcük hazinesinde bazı kimsenin anlamadığı anlamlandırmalar var. Bunlar için kaynaklarının neler olduğunu henüz açıklamış değil.
4. Bu süreçte, bir sözü "biçim yazısı" ile mi, yoksa "ses yazısı" ile mi okuyor? Biz örneğin, Orkun yazıtlarında her imgeye bir ses karşılığı yüklemişiz, bunlardan "t2" "ẅ" "r2" "ẅk" diye adlandırdığımız imlerin bir araya gelmesiyle oluşan kavram imini "törük" diye okuyoruz. Mirşan eğer biçim yazısı kullanıyorsa, aynı anlama gelen imi hep aynı anlamda mı okuyor? Ses yazısı ise aynı ses imlerini hep benzer biçimde mi okuyor? Bu konuyla igili kendisinin bir okuma kılavuzu yayınladığını hiç görmedim. Hangi yazıyı hangi yazma sistemine göre okuduğunu bilmek istiyoruz. Hayranlarının onun okuyuşlarını latin çevriminden görüp hemen kabul ettiğini ve kendi canlarından daha aziz biçimde savunduklarını biliyoruz. Ama biz mümkünse, yazının orijinalini nasıl okuduğunu açıklamasını bekliyoruz. Günümüzde insanlar Mısır Hieroglifleri, Çivi Yazıları ve Çin İdeogramlarını öğrenip okuyor. Sonuçta Mirşan'ın okumalarının da bir sistemi olması gerekiyor ve bunu merak ediyoruz. "Ben okudum" iddiası tek başına bilimsel olarak bir anlam taşımıyor. Herkesin eleştirdiği Thomsen de "ben okudum" deyip işin içinde çıksa ve nasıl okuduğunu kimseye açıklamasaydı, iddialarını kimse kabul etmezdi.
5. Geçen gün başka bir yerde yazdığım gibi "toplumumuzda yaygın kabul gören Kur'an diye bir kitap var. Bu kitabı "Abdullah oğlu Muhammed" adında Mekkeli biri, "Allah" dedikleri bir yaratıcıdan doğruca aldığını söylüyor. Başka bir kaynağı yok. İnanmak ya da inanmamak kişiye kalmış. Mirşan da birşeyler okuyor. Ama kaynağı ya da sistemi bugüne kadar hiç açıklanmadı. Yoksa Mirşan da kendi kitaplarının peygamberi mi? Bu durumda, benzer biçimde inanmak ya da inanmamak kişiye kalmış; neden inanalım?
6. Mirşan tezlerinde dikkat çeken bir özellik de şöyle: Aslında bütün dünya Türk soyundan geliyordu (buradan yeryüzünde başka bir soy olmadığını anlıyoruz). Ama sonra bilinmeyen bir dönemde, örneğin bugün Fransa dediğimiz yerde biri bu insanlara Türklüklerini unutturup onları Fransızlaştırıyor (e, hani herkes Türk idi!). İşin ilginci, kutsal metinlerdeki "şeytan" figürüne benzer bu "biri" dünyanın farklı coğrafyalarında farklı kimliklerle ortaya çıkıp oraların yerlisi olan Türk soylu insanlara kimliklerini unutturup kendine benzetiyor. Dolayısıyla bu tarihi başlatan, çok gelişmiş, ileri düzeyde zeki olan bu Türk toplumu bu şeytanın oyununa gelip kendi kimliğini bırakıyor. Bütün dünya Türk soyu iken onlara kimliklerini unutturup da başka şeyler yapan bu "şeytan" ya da "şeytanlar" kim(ler)?.
                                                                                           *            *            *
Yukarıda değindiğimiz Orkun yazıtlarında 38 (otuz sekiz) im var. Türkçe bunlara "üsük" dendiği Turpan dönemi elyazmalarında açık biçimde belirtilmesine karşın, günümüzde hâlâ "damga" diyen bir kalabalık var. "Damga" ses yazısına geçmeden önce yaşanmış, düşünce ya da biçim yazısı mantığında işleyen imlere denir. Oysa söz konusu Türk yazısı ses değerli imler üzerine kuruludur ve "üsük" dendiği Turpan dönemi elyazmalarında açıkça belirtilmiş.
Bu üsüklerin, Türk dilinin "büyük ünlü uyumu" ve "küçük ünlü uyumu" denen yapısal özellikler iyice anlaşılarak kurgulandığı, özellikle Türk Kağanlığı döneminden sonraki yazılı kaynaklarda uygulanan yazım kuralları ile çok belirgince anlaşılıyor. Bu durumda, büyük ünlü uyumuna göre, on ünsüzün kalın ve ince ünlülere göre yazılan iki ayrı dizgesi var. Diğer deyişle, ince "b" ile "ba" hecesi yazılamaz. Küçük ünlü uyumu diye adlandırılan yapı ise, ilk hecedeki ünlüye göre izleyen hecelerde yazılacak ya da yazılmayacak ünlüleri belirlememize yarıyor. Bu durumda da, "Uluğ Törük Kağanlığ İli" yazarken "w" "l1" "g1" "t2" "ẅ" "r2" "ẅk" "k1" "g1" "n1" "l1" "g1" "l2" "i" imleri yeterli olur. Dİğer bir deyişle "k2" "a" "g2" "a" "n2" ... vb., imleri dizilerek "kağanlığ" diye yazılamaz.
Yine her dilde olan sesler vardır ve her dilin yazı düzeneği de bu ses özelliklerini karşılamak üzere yapılandırılır. Bu noktada Türk yazısında "h, v, f" sesleri hiç bulunmaz. Buradan Türk diline bu sesler ile denkleşiklerinin sonraki dönemde, (her ne kadar Mirşan'a göre dışarı diye birşey olmasa da!) dışarıdan girdiğini düşünürüz. Dışarıdan girmiş özel bir ad yazılması gerektiği durumda ne yapılacağıyla ilgili örnekler Bilge Kağan'ın yazdırdığı sözlerinde bulunuyor. Hint yönünden gelen temsilci için "m" "k1" "r1" "ç" sözünü kullanmış. "Makaraç" okunan bu sözün "maharaca" sözünün Türkçe seslenimi olduğu açıktır.
Günümüzde bu alanda etkinlik gösteren bazı kişi ve kurumlar ise okuyucularına kolaylık olması açısından dönem yazısını günümüz Türkçesine uyarlama yönünde bazı işler görüp, "k1"+"t2" birleşimi görünen bir im üretip "h" ses değeri, aşağı bakan ok iminin iki yanındaki çentiği ortadaki çizgi düzeyine kadar çekerek "f" ses değeri yüklemişler ve okuyucularına da böyle öğretip, böyle yapmaya zorluyorlar. Yine Türk yazısında olmayan "a/e", "o/u" "ö/ü" ayrımı yapmak üzere kimi imler de türetmişler ve okuyucularına yukarıda değindiğim kuralları yıkıp da sözleri latin yazı kurallarına uygun biçimde, bütün ses değerlerini göstererek yazmayı öğretiyorlar. Yukarıda dilin "onu kullananlarla birlikte yaşayan" bir varlık olduğunu ve yazının da bu dili saklamak için uydurulmuş bir aygıt olduğunu yazmıştık. Bir de "(ortak) kültürel miras" diye bir şey vardır. Bu tanım sahipleri artık geçmişte kalmış, ama günümüz yaşayanlarının ortak varisleri olduğu kültürel öğeleri ifade eder. Diğer bir deyişle "Türk yazı sistemi" hepimizin ortak kültürel mirasıdır; herhangi özel/tüzel kişiliğin mülkiyeti değildir. Günümüzde o dönem dilinden oldukça başkalaşmış bir dil kullandığımız açık biçimde ortadayken, biz o yazı dizgesini alıp korumak, gerekiyorsa olduğu gibi öğrenip kullanmak görevini taşıyoruz. Sözünü ettiğim "h, v, f, e, ö, o" imlerini üretme hakkını kimden ve nasıl aldıkları belli değil.
Kısaca Mirşan'ın önce dil alanında türetip sonra da kendi tarih tezini oluşturmasıyla yaşadığımız süreç, hiç bir kural tanımıyor. Bazı arkadaşlar durumu "bilim kimsenin tekeli değildir" diye savunmaya yelteniyor. Bu savı sonuna kadar desteklerim; bilim gerçekten kimsenin mülkiyeti değildir. Bilim tümüyle ve tümüyle onu bilim yapan ilke ve kuralların hükümranlığındadır. Bu durumda, yaptıklarını iddia ettikleri bilim alanıyla ilgili hiç bir kural ve ilke bilmeyen, bu ilkeleri de sürekli ihlal eden, her kazıntıyı kendi keyiflerine göre okuyan ama kaynak olarak kendi "vahiylerinden" başka bir yer göstermeyen ve bu ilkelerre göre çalışan bilim insanlarına sürekli hakaret içeren eleştiriler yönelterek kendilerini meşrulaştırmaya çalışan insanların bilim yaptığını nasıl söyleyebiliriz?