23 Ekim 2015 Cuma

HERKESİN İÇTİĞİ SU (ÖMER SEYFETTİN)

 Ling-Yu, gayet akıllı, gayet ihtiyar bir fağfurdu. O kadar yükselmeyi severdi ki, halkın malı ile hiçbir ilgisi kalmamasını temin için büyük Çin'in eski kitaplarının, eski kütüphanelerini yakmıĢtı. Çinliler âdeta onun yüceliğine bile inanır gibi oluyorlardı. Derlerdi ki: "Ling-Yu, dünyada Allah'ın dehasından bir numunedir!" Kavga, gürültü çıkıp mahallelerin, köylerin asayişi bozulmasın diye afyon tarlalarını şenlendirip esrarı, haşhaşı, günah olmaktan çıkarmıştı. Devri rüyasız yorgun bir uyku gibi geçiyordu. Herkes kendi dalgasında yaşıyor, "Dünya var imiş, ya yok imiş ne umurun!" felsefesi âdeta bir açık ve kesin yargı ediliyordu. Fakat bir sabah afyonu patladı. Huzuruna bir mandarin girdi. Secdeye kapandı: - Efendimiz, başmüneccim geldi, mutlaka size bir şey arzetmek istiyor! Dedi İmparator Ling-Yu, saten dehası sayesinde gelecekte ne olacağını bilirdi. Derdi ki: "Sebepleri doğru görebilenin neticede şüphesi kalamaz." Onun için başmüneccimden daima kendi tahminlerini dinlerdi. şimdiye kadar o hiç böyle habersiz gelip bir şey söylememişti. Tuhaf, diye başını salladı, acaba ne söyleyecek? - Gayet mühim bir şeymiş efendim. İmparator düşündü. İşler tıkırındaydı. Öyle mühim bir şeyin oluşabileceği yoktu. - Gelsin! buyurdu. Huzura giren başmüneccim, resmî secdesinden kalktıktan sonra: - Ah efendim, gayet korkunç bir felâket bizi tehdit ediyor! dedi. İmparator, dünyanın her şeyine ilişkin bilgisi tamdı. çağırdı. Görünürde savaş, kıtlık, ihtilâl, taşkınlık gibi bir şey yoktu. Badem gözlerini süzerek: - Yanılıyorsun! dedi. - Hayır efendim, muhakkak bir felaket! - Savaş mı? - Hayır. - İhtilâl mi? - Hayır - Ya ne? - Bir yağmur, efendim. - Yani tufan! - Hayır, yalnız yağmur... İmparator, değerli başmüneccimin saçmalayacağına ihtimal vermedi. Tekrar onu bir süzdü. Merakla sordu: - Yağmur niçin bir felâket olsun? - Bu yağmur çok sürecek! - Sürsün. - Suyundan kim bir damla içerse deli olacak? İmparator düşündü. Gerçekten felâket korkunçtu. Çıkardığı sonuçta yanılıp yanılmaya-cağını başmüneccime tekrar sordu. Zavallı âlim bundan son derece emindi. Korkusundan tir tir titriyordu. Sarayda hemen bütün mandarinler topladı. Günlerce tartışmalar, görüşmeler yapıldı. Nihayet daha bu uğursuz yağmur başlamadan sarayın bütün sarnıçlarının, küplerinin, vazolarının, mahzenlerinin önlem olarak temiz sularla doldurulmasına karar verildi. * * * Aradan bir hafta geçmedi, başmüneccimin haber verdiği yağmur hafif hafif yağmaya başladı. Bir gün, iki gün oldu. Dinmedi, hızlandı. Bardaktan boşanırcasına yağdı, durdu. Her tarafı sel aldı. Âdeta minimini bir tufan! Başmünecciminin haber verdiği felâket gerçekten aynen ortaya çıktı. Kim bu yağmurdan bir damla karışmış bir suyu içerse hemen çıldırıyordu. On beş, yirmi gün içinde bütün halk çıldırdı. Yalnız imparatorla çevresindeki seçkin kişiler sarayda saklanmış sulardan içiyorlar, akıllarını başlarında tutabiliyorlardı. Uğursuz yağmur dinmedi. Memlekette çıldırmayan kimse kalmadı. Genellikle deliren halk, işi öyle azıttılar ki, artık ne mandarinler, ne hâkimler saraydan sokağa çıkabiliyorlardı. Bir curcunadır gidiyordu. İmparatoru o vakit düşünmek aldı. Bunun sonu ne olacaktı? Evet bir kere deli olan artık akıllanamıyordu. Zırdeli halk bahçe surlarının etrafında toplanmış, gece gündüz, akşam zurnalarla davullarla kulakları yırtan bir gürültü koparıyor: - Delileri bakın, yuha, yuha!..., diye saklanan sulardan içip akıllı kalanlara dillerini çıkarıyorlardı. Bir gün geldi ki, yiyecek filân temini imkansızlaştı. Lâf anlayan, söz dinleyen kalmadı. İtaatin, vazifenin, büyüğün, küçüğün ne demek olduğu unutuldu. Kanunlar şaka oldu. İdare bozuldu. Yağmurun suyundan içmeyip akıllı kalanların felâketi çok dehşetliydi. Hayatları tehlike içinde geçiyordu. Bir avuç kişiydiler. Milyonlarca delilerin maskarası oldular. * * * Fakat "Ling-Yu" gayet akıllı, gayet ihtiyar bir imparatordu. İşe yaramayan, zarar getiren "akılın "delilikten hayırlı bir şey olamayacağına inanmıştı. Bir sabah çılgın halkın tecavüzünden, eğlenmesinden ürkmüş çevresindekilere: - Herkesin içtiği sudan hemen içiniz! emrini verdi. Mandarinler, hekimler, filozoflar, hâkimler: - Aman efendim; akıllarımıza, ilimlerinize yazık olur, diye karşı gelmek istediler. İhtiyar imparator: - Herkes deli olduktan sonra, birkaç kişinin aklına lüzum yoktur!... dedi. Uğursuz yağmurun sularında doldurttuğu ilk kadehi kendi yuvarladı. O anda ufukları sarsan kahkahalar attılar. Surun dışarısındaki curcunaya katıldılar. Gel zaman git zaman, bu genel curcunanın adı "sosyal düzen" oldu. Halk içinde tekrar akıllananlar "deliler!" diye tımarhaneye tıkıldı. Ta işte o vakitten beri bütün hekimler, bütün filozoflar derler ki: "Çinliler dünyanın en akıllı, en zeki, en sakin, en çalışkan bir milletidir!"

21 Ekim 2015 Çarşamba

Bilge Kağan'ın "inisi"nin adı nasıl okunmalı?

Yazan: Mehmet Levent Kaya
Köktürk diye bildiğimiz siyasi yapının ikinci hanedanının en ünlü figürü kuşkusuz Bilge Kağandır. Bilge Kağan'ı belki de kendinden çok daha başarılı hanedan büyüklerinden bile daha çok öne çıkaran ise, kendisi ve kardeşi için diktirdiği dev boyutlardaki iki anıt yazıttır.
Bilge Kağan her iki yazıtta da kardeşinden görev adı ile söz etmiştir. Bu ad Türk yazı birimleri ile "kẅl tign" biçiminde yazılmış. Burada latin aktarımını "ẅ" olarak gördüğümüz üsük, "ö" ve "ü" sesleri için ortak kullanılır. Bu nedenle bu ad yaygın olarak "kül tigin" biçiminde yerleşmiş. Burada bir sorun var.
"Kül" sözü klasik Türkçede de günümüzde olduğu gibi yanan bir şeyin genellikle boz renkli artığı anlamında kullanılan bir kavram imidir. Bu kavrama günümüzde de kül deriz. Dönemin geleneği içinde önemli kişilere güç ve konumlarını belirtmek amacıyla "deniz, dalay, dağ, ırmak" benzeri adlar verildiğinin pekçok örneği var. Bu uygulama kapsamında, bu kişi adının doğru okunuşu da günümüz Türkçesinde göl biçiminde söylenen "köl" olmalıdır.
Bunca önemli birinin adının "ateş artığı; kül" olmaktansa "göl" olması kuşkusuz daha akla yatkın olur. "Kül" okunuşunun günümüz ağızlarındaki "canım, gülüm, gardaşım" seslenişiyle bir ilgisi olamaz, o dönemde böyle bir anlam olduğunu gösterir hiçbir kaynak yok.
Buradan bakarsak, Bilge Kağan'ın kardeşinin adını "köl" (karayla çevrili geniş su birikintisi, göl) yerine "kül" (genellikle boz renkli ateş artığı; kül) olarak okumanın, kendilerinden yüz yıl kadar önce yaşamış aile büyükleri başka bir tiğinin adını "kür (gür, sıkı, güçlü) şad" yerine "kör (gözü görmeyen; kör) şad" olarak okumaktan hiçbir farkı yok.